Tuvalden Hikayelere [ 29 Ekim 2025 ]


Tuvalden Hikayelere

Bir düş etkinliği... Her hikaye bir yolculuktur. Bir tabloya baktığında belki kendini görürsün. Görünmez hikayesi olanlara.

TUVALDEN HİKAYELERE


Görmez Söz

Karanlık bir odada uyandı. Duvarlar, tavan, zemin her şey griydi. Ne bir pencere ne de bir kapı vardı. Sadece sessizlik hem de içini delen, göğsünde yankılanan bir sessizlik...

Kafasını kaldırdığında alnından aşağıya inen bir beyazlık hissetti. Gözlerini açmak istedi ama açamadı; çünkü bir bez, sıkıca sarılmıştı başının etrafına. Gözleri yoktu artık. Görmek yerine hissetmek zorundaydı. Konuşmaya çalıştı, “buradayım” demek istedi. Ama dudaklarının üzerinde bir sıcaklık, yapışkan bir his vardı. Çarpı şeklinde kırmızı bir mühür. Biri, sanki “sus” demişti, kalın bir fırça darbesiyle ve acımasızca.

Zaman geçti. Belki günler, belki yıllar. Artık duvarlardaki sessizliği bile dinleyemiyordu. Fakat içinde, göğsünün tam ortasında, bir kıpırtı vardı. Bunlar sözcüklerdi. Görmediği şeyleri anlatmak isteyen sözcükler…

Ellerini yüzüne götürdü. Parmak uçlarıyla dokundu, kirden beyazlığını yitirmiş bezin altındaki gözleri yanıyordu, ağlıyordu belki de. Kırmızı mührün soğuyan dokusunu hissetti. Sonra yavaşça, parmaklarını dudakları üzerindeki çarpının üzerine bastırdı. Kırmızı boya ellerine bulaştı. Ellerinden duvara geçti. Ardından her yere… 

Artık konuşamasa da yazabiliyordu. Duvarda tek bir kelime belirdi;

“Görmeden gören, konuşmadan duyan…”

Ve o anda, odanın bir köşesinde küçük bir ışık belirdi. Karanlık duvarın içinden sızan ince bir çizgi. Belki bir kapıydı, belki bir umut. O artık sessizliğiyle konuşmayı öğrenmişti.

Bu hikaye, hakikat ile yasaklanan sessizlik arasındaki kadim gerilimi anlatıyor; “duyulmayanın anlamı”, “görülmeyenin gerçeği” üzerine kurulmuş bir içsel aydınlanma hikayesi.


Köprüdeki Sesler

Bir zamanlar, insanların kelimelerle birbirine ulaşamadığı bir şehir vardı. Herkes konuşuyor ama kimse dinlemiyordu. Kelimeler köprüler kuracağına, uçurumlar yaratıyordu. 

Şehrin tam ortasında bir köprü vardı. Bu köprü, iki dev ağız arasında asılıydı; biri öfkeyle, biri korkuyla açılmış iki dev ağız. Her gün insanlar o köprüden geçerken, aşağıya düşüyorlardı. Düşerken kimileri bağırıyor, kimileri sessiz kalıyordu. Ama sonunda hepsi aynı kırmızılığa karışıyordu; sözcüklerin kanına.

Bir gün küçük bir kız, köprünün kenarında durdu. Kafasının içinde iki balon uçuşuyordu; biri “keşke konuşabilsem,” diyor, diğeri “keşke dinlenebilsem.” Kız köprünün ortasına yürüdü ve ilk defa bağırmadı, sadece fısıldadı: “Susmak da bazen konuşmaktır.”

O anda köprü titredi. İki dev ağız birden durdu. Köprünün altındaki kan rengi su, açık bir pembeye dönüştü. Ve düşenler, birer birer uçmaya başladı. O günden sonra şehirde kimse bağırmadı. Çünkü herkes öğrenmişti; sözler köprü kurmak içindir, uçurum açmak için değil.


Ressamın Hikayesi

Bir ressam vardı, yalnız yaşıyordu. Evinde hiç konuşma sesi yoktu, sadece fırça darbelerinin sesleri duyulurdu. 

Bir gün, sessizliğine dayanamayıp bir kedi çizdi. Sarı gözlü, şaşkın bir kedi. Ertesi sabah uyanınca, o kedi duvardan inmişti. Ressam şaşırdı ama sevindi. “Demek yalnız değilim artık” dedi. Ve ertesi gün başka bir kedi çizdi; mor tüyleri, mavi gözleriyle gülümseyen bir kedi. O da canlandı. Sonra bir diğeri, bir diğeri daha… Böylece duvar yirmi kediyle doldu. Her biri birbirinden farklıydı:

Biri utangaç, biri bilge, biri sinirli, biri hayalperestti. Kimi gece pencereden yıldızları izlerdi, kimi sabah kahvesinin kokusuna uyanırdı ama hepsi, ressamın duygularından doğmuştu.

Bir sabah, ressam evden çıkarken kediler toplandı. En küçükleri fısıldadı: “Biz onun kalbinin renkleriyiz.” Önce duraksadı sonra yoluna devam etti. O günün akşamında ressam eve dönmedi. Ama kediler bunu zaten biliyordu. Gece duvar bir kez daha ışıldamaya başladı. Her kedi kendi yerine döndü ve renklerine karıştı. Ve böylelikle tablo tamamlanmıştı.

Şimdi o tabloya kim baksa, kedilerden biriyle göz göze gelir. Kimi hüzünlü, kimi komik, kimi meraklı, kimi hırçın… Ama hepsi sanki aynı şeyi söyler gibidir: “Biz hala buradayız, onun renkleriyle, onun sessizliğiyle.”


Kuzgunun Bekçisi

Kasabanın dışında, kimsenin gitmediği, etrafının yüksek taşlarla çevrili olduğu ve kapısı devamlı kapalı duran bir mezarlık vardır. Kimse o kapının ardında neler olduğunu bilmezdi ama herkes geceleri gelen sesleri duyardı; hafif bir kanat sesi, bir taşın yerinden oynaması ve bazen bir fısıltı.

Mezarlığın tam ortasında, beyaz bir mezar taşının üzerinde her gece aynı kuş dururdu; bir kuzgun. Başını göğe kaldırır ve üç kez ötüp susardı. Ne daha az, ne daha fazla. Siyah tüyleri rüzgarla savrulur, gözlerinde hep küçük bir kırmızı leke olurdu. Kasabalılar ona “Bekçi” derdi. Çünkü ne yağmurda giderdi ne de fırtınada. Her sabah güneş doğarken sessizce bir mezar taşının üstünden diğerine yürür, sonra duvarın gölgesinde kaybolurdu.

Bir gün, meraklı bir çocuk mezarlığın kapısına kadar geldi. Kapıyı araladığında içeriye bir serinlik doldu. Adımını attı  ve kuzgun onu hemen fark etti. Bir an göz göze geldiler. Kuzgunun gözleri karanlık değildi, aksine kırmızıyı parlatırcasına ışıl ışıldı.

Çocuk, kuzguna yaklaştı ve fısıldadı: “Burada mı yaşıyorsun?”

Kuzgun başını eğdi, gagasıyla mezar taşının üzerindeki ismi gösterdi. Ama taşta bir isim yoktu. Sadece çizikler vardı, sanki birileri kazıyıp silmişti. Çocuk o anda anladı. Bu mezar, hiç gömülmeyen birine aitti ve kuzgun, o unutulmuş ruhun bekçisiydi.

Kapının ardında bir fısıltı duyuldu: “Adımı hatırlayan biri olursa, gidebilirim.”

Çocuk korkmadı. Bir çiçek kopardı, mezarın başına koydu ve “ben seni hatırlayacağım” dedi.

O an kuzgun kanatlarını açtı, gökyüzüne yükseldi. Ve ilk kez mezarlığın kapısı kendi kendine açıldı. İçeriden hafif bir ışık yayıldı, sonra sessizlik. 

Sabah olduğunda, mezar taşının üzerinde kazınmış bir yazı belirdi:

“Teşekkür ederim.”


Göğe Ters Kurulan Şehir

Gökyüzü, ağır bir perde gibi şehrin üzerine kapanmıştı. Bulutlar birbirine karışmış, gri tonlar birbirini yutmuştu. Sanki göğün kendisi öfkelenmiş, yeryüzüne sırtını dönmüştü.

Aşağıda ise başka bir dünya vardı. Karanlığın içinde titreşen kırmızı, sarı, mavi ışıklar.Bir yansıma gibi değil, bir inat gibi yanıyorlardı. Karanlığa meydan okuyan bir şehir  ama yanlış yönde kurulmuştu. Göğe değil, yerin altına uzanıyordu binalar. Kökleri yukarıda, dalları yerin dibinde. Sanki insanlar yıldızlara değil, kendi karanlıklarına bakmak istiyordu artık. Her pencere, bir yalnızlığın aynasıydı; her ışık, bir unutuşun iziydi.

Ve sonra bulutların arasından, tek bir ışık hüzmesi indi sessizce; sarı, solgun ama kararlı bir çizgiydi bu. Sanki gökyüzü bir kezliğine pişman olmuş, şehre “ben hala buradayım” demek istiyordu. 

Ama şehir, o ışığı anlamadı. Yansıdı sadece, ışık yere değil, kendi yansımasına dokundu. Göğe ters kurulmuş şehir, bir anlığına kendi suretini gördü; sonra yine karanlığa döndü ve gömüldü. 


Göğe Dört Kuş Bıraktım

Bir sabah, gökyüzü yavaşça açılırken dört kuşun hikayesi başladı. Belki de dört ayrı kuş değillerdi; belki de aynı ruh, dört farklı halde görünüyordu. Zamanın rengi değiştikçe tüylerinin tonu da değişti; sabah mavisinden geceye, umuttan suskunluğa doğru.

I

İlki, sabahın ilk ışığında doğdu. Taze bir nefes gibiydi; güneşin altında titreşen bir kalp. Henüz hiçbir şeyin farkında değildi ama her şeyin mümkün olduğunu hissediyordu. Dünya, onun gözünde bir vaat gibiydi: uçmak, belki biraz da yanılmak. Rüzgarın dokunmadığı bir saatte, bir çitin üzerinde durdu. Uçmadı. Çünkü bazı başlangıçlar, sessizliği hak eder.

II

Günün içi karardıkça, bir başka kuş ortaya çıktı. Tüyleri karanlıkla yoğrulmuş, bakışı geçmişle doluydu. Artık umut değil, farkındalık taşıyordu. Kendini bilmenin ağırlığıyla konuşmaz olmuştu; çünkü bazı şeyler söylenince eksilirdi. Biraz yorgundu, biraz bilge. Karanlığı sevmeyi öğrenmişti. Çünkü insan, karanlıktan korkmayı bıraktığında, kendisiyle tanışır.

III

Üçüncüsü, rüzgarın ortasında doğdu. Hızla çırpıyordu kanatlarını; gitmek onun tek bildiği şeydi. Ne bir yere ait hissediyordu ne de birini özlüyordu. Uçuyordu çünkü kalmak onu öldürüyordu. Her kanat darbesi bir kaçış, her nefes bir meydan okumaydı. Dünyanın içinde değil, akışın kendisinde var olmak istiyordu. Kendini bulmak için değil; kendini unutmak için uçuyordu.

IV

Ve sonra akşam indi. Son kuş sessizdi; mor bir göğün altında, ahşap bir direğin ucunda duruyordu. Bakışında bir çözülmüşlük vardı. O artık hiçbir şeyi ispat etmeye çalışmıyordu. Ne umudun, ne karanlığın, ne hareketin tarafındaydı. Sadece gözlüyordu. Dünyayı, insanı, zamanı… Biliyordu: anlam, hiçbir uçuşta değil, konduğun yerin sessizliğinde saklıdır.

Belki de dört kuş yoktu. Belki sadece bir ruh, kendini dört renkle anlatıyordu. Biri çocuktu, biri yetişkin, biri yorgun, biri bilge. Ama hepsi aynı göğe baktı; hepsi aynı sessizliğe döküldü sonunda. Gökyüzü değişti, ama hikaye değişmedi. Çünkü insan, her seferinde aynı yere döner: Kendi içine.



Yüzün Arkasındaki Yüz

Bir zamanlar aynaya bakan bir yüz vardı. Ama kendi suretini değil, arkasındaki sessizliği görüyordu. Gözleri, iki karanlık kuyuya benziyordu, içine baktıkça daha da derine çekiyordu insanı. Orada ne bir geçmiş vardı ne bir gelecek; sadece çözülmemiş bir “ben” sorusu. “Ben kimim?” diye sordu o yüz, dudaklarını oynatmadan. Cevap gelmedi, çünkü soru da cevap kadar yorgundu. İnsan, kendine sorular sorarak yaşlanır; cevaplar bulduğu için değil, aksine bulamadığı için yaşlanır.

Zamanla renkler birbirine karıştı. Sarının sıcaklığı, kahverenginin ağırlığıyla boğuştu; yeşil bir iz araya girdi, sanki umut hala inatla bir yerlerde nefes alıyordu. Ama umut bile bazen yorulur. Ve yüz, kendi içinde kaybolmaya başladı, artık kimse onun nerede bittiğini, arkasındaki boşluğun nerede başladığını ayırt edemiyordu.

Gözlerinde bir şey belirdi: ne tam bir gözyaşı, ne tam bir ışık. Belki bir hatıra, belki bir kırılma anı. Her şey o kadar soyutlaşmıştı ki, artık şekil değil, anlam ağrısı kalmıştı geriye.

Yüz düşündü: “Belki ben hiçbir zaman bir bütün olmadım. Belki varlığım, sadece beni tamamlamaya çalışan ellerin bıraktığı yarım fırça darbelerinden ibaretti.” Sonra sessizlik çöktü. Renkler durdu. Sadece o çatlak pembelik kaldı dudak kenarında, yarım kalmış bir cümle gibi, söylenememiş bir şeyin ağırlığıyla. 

İnsan, kendi yüzüne bakarken aslında geçmişine, korkularına, başkalarının ellerinde biçimlenen taraflarına bakar. Ve bu tablo, tam da o anı anlatır: Bir insanın kendine dışarıdan bakabildiği, ama hala kendini tanıyamadığı anı.

Belki de bu yüz hepimiziz. Biraz dağılmış, biraz tamamlanmamış, biraz “ben”den ibaret, biraz “hiç”ten ama hala bakıyor, hala anlamaya çalışıyor. Çünkü anlam, bazen çizginin içinde değil, boşlukta saklıdır.

Geceyi Seyreden Kedi

Gece, mor bir rüya gibi şehrin üstüne çökmüştü; binalar birbirine yaslanmış, insanlar kendi yankılarına sığınmıştı. Bir pencerede ışık yanıyor, ama içeride kimse konuşmuyordu; kelimeler, duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Sokaktan bir kedi geçti, sessizdi ama adımları taşlara hikayeler yazıyordu.

Her gölgenin içinde biraz umut, her ışıksız köşede biraz geçmiş kalmıştı; şehir, hatırlamayı unutan insanların kalıntılarıyla doluydu. Kedi durdu, başını kaldırdı; gökyüzü karanlıktı ama o karanlıkta insanın kendine bile söyleyemediği türden bir açıklık vardı. 

Bir rüzgar esti, sokağın ucundaki çöpler hışırdadı, bir an için dünya tüm anlamını kaybetti, sonra tekrar geri kazandı. O an kedi anladı: hiçbir şey kaybolmaz, sadece yer değiştirir; bir zamanlar ses olan şey, şimdi suskunlukta yaşar. Bir pencereden içeri baktı, bir kadın kadehini masaya koydu, bir adam başını duvara yaslamıştı, bir çocuk uykusunda bir kelime mırıldanıyordu. Kedi, hepsinin hikayesini biliyor gibiydi ama hiçbirine ait değildi.

Gözlerinde evrenin küçük bir yansıması vardı: korku, sevgi, yalnızlık ve kabulleniş birbirine karışmıştı. Sabah olduğunda, kimse onun geçtiği yeri hatırlamadı ama şehir biraz daha ağırlaştı çünkü bir gece daha yaşanmış, bir sessizlik daha kedinin adımlarıyla anlam kazanmıştı.

Küllerin Hafızası

Bir zamanlar gökyüzü sessizdi. Ne rüzgar vardı ne de umut. Bulutlar birbirine yaslanmış, dünya kendi ağırlığı altında yavaşça sönüyordu. İşte o sessizliğin tam ortasında, bir kıvılcım doğdu, ne ateşti ne ışıktı; sadece bir hatırlayıştı. Kıvılcım büyüdü, gövdesine kanat, özüne yön verdi. Küllerinin içinden bir kuş çıktı: ne geçmişe ait, ne geleceğe. Adı yoktu çünkü adlar, insanın dünyasına aitti. O sadece olandı.

Kanatlarını açtığında gökyüzü ikiye ayrıldı. Bir taraf griydi, bir taraf ateş. Her çırpışında, unuttuğu bir anısını geri alıyor; her yükselişinde, eski benliğini biraz daha yakıyordu. Çünkü bazı doğuşlar, yok oluşun içinden geçmeden mümkün olmaz. Bir zamanlar, “ateş yakar” derlerdi. Oysa o an anladı ki: Ateş, aslında arındırır. Yakmaz, geride kalanı geri çağırır. Küller, geçmişin değil, devamın izidir.

Gökyüzüne yükseldikçe, rüzgar tüylerini parçaladı. Ama o acının içinde bir hafiflik buldu, çünkü yüklerinden kurtuluyordu. Her yanışı, biraz daha hafızasından bir parçayı siliyordu: eski korkular, kırık kelimeler, suskunluklar. Yavaşça, kendine dönüyordu.

Sonunda bulutların üstüne vardığında, rengi değişti. Alevin turuncusu, geceye karıştı; gövdesi karardı ama içi aydınlandı. Artık uçmuyordu, süzülüyordu sanki. Ve o an anladı; uçmak, bir yere varmak değil; artık düşmekten korkmamaktır.

Geriye yalnızca izleri kaldı, gökyüzünün gri yüzeyinde birkaç yanık renk gibi. Kuş yoktu artık, ama yaydığı ısı kalmıştı. Bir tür sessiz tanıklık: Bir varlığın, kendi küllerinden kim olduğunu hatırlayışının ısısı.

Bilinmez ama belki hala orada, rüzgarın içinde bir yerde, o ısının yankısı sürüyor. Çünkü kimse gerçekten yanıp bitmez; sadece şekil değiştirir ve kendinin yeni bir haline dönüşür.

Sislerin Gölgesinde

Gemi, sabahla akşamın birbirine karıştığı bir vakitte ilerliyordu; ne gün tam doğmuştu ne de gece gitmeye niyetliydi. Gökyüzü, yorgun bir kalbin atışlarını andıran gri ve mor tonlar içinde soluyor, deniz, sessizliğin altındaki hafızasını saklıyordu.

Rüzgar yönsüzdü; yelkenler, varmak için değil, sadece var olmanın inadıyla açık duruyordu. Kaptan pusulasına bakmıyordu, çünkü hangi yöne dönse aynı sis, aynı deniz, aynı kendilik çıkıyordu karşısına insanın kendi içini keşfetmesi de bundan farksızdı. Her dalga, geçmişten bir yüz getiriyor, bir çocuk kahkahasıyla başlıyor, bir yarım cümleyle bitiyor, köpüğe karışıp yok oluyordu. Deniz artık su değildi, anıydı; her tahtada bir pişmanlık, her çarpışmada biraz daha çözülme vardı. Belki de batmak, aslında geçmişin yankısına karışmaktı. Uzakta, bulutların arasından beliren ışık, ne tam bir umut ne de bir yanılgıydı; belki bir hatırlayıştı sadece.

Bir zamanlar bu gemi gerçekten bir yere gidiyordu ama rüzgar bir gün yönünü değil, anlamını kaybetmişti. Kaptan başını kaldırdığında, gökyüzü mor, deniz gri, ruhu siyah beyazdı; bir an için dünya nefesini tuttu ve sonra sessizce geri verdi. Geminin gövdesi ağırlaştı, sanki su değil, düşünce taşır olmuştu. Ve o anda, kimse bilmeden, deniz onu içine aldı ya da belki o, denizin bir parçasına dönüştü.

Bugün hala bazı sabahlarda, denizin üstünde ince bir sis belirir ve o sisin içinden bir gölge geçer: yelkenleri paramparça, ama hala ilerleyen bir gemi. Belki bir soru taşır rüzgarla birlikte: “Yönsüz bir yolculukta, varmak mı kaybolmak mı daha gerçektir?”