Bir düş etkinliği... Her hikaye bir yolculuktur. Bir tabloya baktığında belki kendini görürsün. Görünmez hikayesi olanlara.
TUVALDEN HİKAYELERE
Görmez Söz
Karanlık bir odada uyandı. Duvarlar, tavan, zemin her şey griydi. Ne bir pencere ne de bir kapı vardı. Sadece sessizlik hem de içini delen, göğsünde yankılanan bir sessizlik...
Kafasını kaldırdığında alnından aşağıya inen bir beyazlık hissetti. Gözlerini açmak istedi ama açamadı; çünkü bir bez, sıkıca sarılmıştı başının etrafına. Gözleri yoktu artık. Görmek yerine hissetmek zorundaydı. Konuşmaya çalıştı, “buradayım” demek istedi. Ama dudaklarının üzerinde bir sıcaklık, yapışkan bir his vardı. Çarpı şeklinde kırmızı bir mühür. Biri, sanki “sus” demişti, kalın bir fırça darbesiyle ve acımasızca.
Zaman geçti. Belki günler, belki yıllar. Artık duvarlardaki sessizliği bile dinleyemiyordu. Fakat içinde, göğsünün tam ortasında, bir kıpırtı vardı. Bunlar sözcüklerdi. Görmediği şeyleri anlatmak isteyen sözcükler…
Ellerini yüzüne götürdü. Parmak uçlarıyla dokundu, kirden beyazlığını yitirmiş bezin altındaki gözleri yanıyordu, ağlıyordu belki de. Kırmızı mührün soğuyan dokusunu hissetti. Sonra yavaşça, parmaklarını dudakları üzerindeki çarpının üzerine bastırdı. Kırmızı boya ellerine bulaştı. Ellerinden duvara geçti. Ardından her yere…
Artık konuşamasa da yazabiliyordu. Duvarda tek bir kelime belirdi;
“Görmeden gören, konuşmadan duyan…”
Ve o anda, odanın bir köşesinde küçük bir ışık belirdi. Karanlık duvarın içinden sızan ince bir çizgi. Belki bir kapıydı, belki bir umut. O artık sessizliğiyle konuşmayı öğrenmişti.
Bu hikaye, hakikat ile yasaklanan sessizlik arasındaki kadim gerilimi anlatıyor; “duyulmayanın anlamı”, “görülmeyenin gerçeği” üzerine kurulmuş bir içsel aydınlanma hikayesi.
Köprüdeki Sesler
Bir zamanlar, insanların kelimelerle birbirine ulaşamadığı bir şehir vardı. Herkes konuşuyor ama kimse dinlemiyordu. Kelimeler köprüler kuracağına, uçurumlar yaratıyordu.
Şehrin tam ortasında bir köprü vardı. Bu köprü, iki dev ağız arasında asılıydı; biri öfkeyle, biri korkuyla açılmış iki dev ağız. Her gün insanlar o köprüden geçerken, aşağıya düşüyorlardı. Düşerken kimileri bağırıyor, kimileri sessiz kalıyordu. Ama sonunda hepsi aynı kırmızılığa karışıyordu; sözcüklerin kanına.
Bir gün küçük bir kız, köprünün kenarında durdu. Kafasının içinde iki balon uçuşuyordu; biri “keşke konuşabilsem,” diyor, diğeri “keşke dinlenebilsem.” Kız köprünün ortasına yürüdü ve ilk defa bağırmadı, sadece fısıldadı: “Susmak da bazen konuşmaktır.”
O anda köprü titredi. İki dev ağız birden durdu. Köprünün altındaki kan rengi su, açık bir pembeye dönüştü. Ve düşenler, birer birer uçmaya başladı. O günden sonra şehirde kimse bağırmadı. Çünkü herkes öğrenmişti; sözler köprü kurmak içindir, uçurum açmak için değil.
Ressamın Hikayesi
Bir ressam vardı, yalnız yaşıyordu. Evinde hiç konuşma sesi yoktu, sadece fırça darbelerinin sesleri duyulurdu.
Bir gün, sessizliğine dayanamayıp bir kedi çizdi. Sarı gözlü, şaşkın bir kedi. Ertesi sabah uyanınca, o kedi duvardan inmişti. Ressam şaşırdı ama sevindi. “Demek yalnız değilim artık” dedi. Ve ertesi gün başka bir kedi çizdi; mor tüyleri, mavi gözleriyle gülümseyen bir kedi. O da canlandı. Sonra bir diğeri, bir diğeri daha… Böylece duvar yirmi kediyle doldu. Her biri birbirinden farklıydı:
Biri utangaç, biri bilge, biri sinirli, biri hayalperestti. Kimi gece pencereden yıldızları izlerdi, kimi sabah kahvesinin kokusuna uyanırdı ama hepsi, ressamın duygularından doğmuştu.
Bir sabah, ressam evden çıkarken kediler toplandı. En küçükleri fısıldadı: “Biz onun kalbinin renkleriyiz.” Önce duraksadı sonra yoluna devam etti. O günün akşamında ressam eve dönmedi. Ama kediler bunu zaten biliyordu. Gece duvar bir kez daha ışıldamaya başladı. Her kedi kendi yerine döndü ve renklerine karıştı. Ve böylelikle tablo tamamlanmıştı.
Şimdi o tabloya kim baksa, kedilerden biriyle göz göze gelir. Kimi hüzünlü, kimi komik, kimi meraklı, kimi hırçın… Ama hepsi sanki aynı şeyi söyler gibidir: “Biz hala buradayız, onun renkleriyle, onun sessizliğiyle.”
Kuzgunun Bekçisi
Kasabanın dışında, kimsenin gitmediği, etrafının yüksek taşlarla çevrili olduğu ve kapısı devamlı kapalı duran bir mezarlık vardır. Kimse o kapının ardında neler olduğunu bilmezdi ama herkes geceleri gelen sesleri duyardı; hafif bir kanat sesi, bir taşın yerinden oynaması ve bazen bir fısıltı.
Mezarlığın tam ortasında, beyaz bir mezar taşının üzerinde her gece aynı kuş dururdu; bir kuzgun. Başını göğe kaldırır ve üç kez ötüp susardı. Ne daha az, ne daha fazla. Siyah tüyleri rüzgarla savrulur, gözlerinde hep küçük bir kırmızı leke olurdu. Kasabalılar ona “Bekçi” derdi. Çünkü ne yağmurda giderdi ne de fırtınada. Her sabah güneş doğarken sessizce bir mezar taşının üstünden diğerine yürür, sonra duvarın gölgesinde kaybolurdu.
Bir gün, meraklı bir çocuk mezarlığın kapısına kadar geldi. Kapıyı araladığında içeriye bir serinlik doldu. Adımını attı ve kuzgun onu hemen fark etti. Bir an göz göze geldiler. Kuzgunun gözleri karanlık değildi, aksine kırmızıyı parlatırcasına ışıl ışıldı.
Çocuk, kuzguna yaklaştı ve fısıldadı: “Burada mı yaşıyorsun?”
Kuzgun başını eğdi, gagasıyla mezar taşının üzerindeki ismi gösterdi. Ama taşta bir isim yoktu. Sadece çizikler vardı, sanki birileri kazıyıp silmişti. Çocuk o anda anladı. Bu mezar, hiç gömülmeyen birine aitti ve kuzgun, o unutulmuş ruhun bekçisiydi.
Kapının ardında bir fısıltı duyuldu: “Adımı hatırlayan biri olursa, gidebilirim.”
Çocuk korkmadı. Bir çiçek kopardı, mezarın başına koydu ve “ben seni hatırlayacağım” dedi.
O an kuzgun kanatlarını açtı, gökyüzüne yükseldi. Ve ilk kez mezarlığın kapısı kendi kendine açıldı. İçeriden hafif bir ışık yayıldı, sonra sessizlik.
Sabah olduğunda, mezar taşının üzerinde kazınmış bir yazı belirdi:
“Teşekkür ederim.”
Göğe Ters Kurulan Şehir
Gökyüzü, ağır bir perde gibi şehrin üzerine kapanmıştı. Bulutlar birbirine karışmış, gri tonlar birbirini yutmuştu. Sanki göğün kendisi öfkelenmiş, yeryüzüne sırtını dönmüştü.
Aşağıda ise başka bir dünya vardı. Karanlığın içinde titreşen kırmızı, sarı, mavi ışıklar.Bir yansıma gibi değil, bir inat gibi yanıyorlardı. Karanlığa meydan okuyan bir şehir ama yanlış yönde kurulmuştu. Göğe değil, yerin altına uzanıyordu binalar. Kökleri yukarıda, dalları yerin dibinde. Sanki insanlar yıldızlara değil, kendi karanlıklarına bakmak istiyordu artık. Her pencere, bir yalnızlığın aynasıydı; her ışık, bir unutuşun iziydi.
Ve sonra bulutların arasından, tek bir ışık hüzmesi indi sessizce; sarı, solgun ama kararlı bir çizgiydi bu. Sanki gökyüzü bir kezliğine pişman olmuş, şehre “ben hala buradayım” demek istiyordu.
Ama şehir, o ışığı anlamadı. Yansıdı sadece, ışık yere değil, kendi yansımasına dokundu. Göğe ters kurulmuş şehir, bir anlığına kendi suretini gördü; sonra yine karanlığa döndü ve gömüldü.
Göğe Dört Kuş Bıraktım
Bir sabah, gökyüzü yavaşça açılırken dört kuşun hikayesi başladı. Belki de dört ayrı kuş değillerdi; belki de aynı ruh, dört farklı halde görünüyordu. Zamanın rengi değiştikçe tüylerinin tonu da değişti; sabah mavisinden geceye, umuttan suskunluğa doğru.
I
İlki, sabahın ilk ışığında doğdu. Taze bir nefes gibiydi; güneşin altında titreşen bir kalp. Henüz hiçbir şeyin farkında değildi ama her şeyin mümkün olduğunu hissediyordu. Dünya, onun gözünde bir vaat gibiydi: uçmak, belki biraz da yanılmak. Rüzgarın dokunmadığı bir saatte, bir çitin üzerinde durdu. Uçmadı. Çünkü bazı başlangıçlar, sessizliği hak eder.
II
Günün içi karardıkça, bir başka kuş ortaya çıktı. Tüyleri karanlıkla yoğrulmuş, bakışı geçmişle doluydu. Artık umut değil, farkındalık taşıyordu. Kendini bilmenin ağırlığıyla konuşmaz olmuştu; çünkü bazı şeyler söylenince eksilirdi. Biraz yorgundu, biraz bilge. Karanlığı sevmeyi öğrenmişti. Çünkü insan, karanlıktan korkmayı bıraktığında, kendisiyle tanışır.
III
Üçüncüsü, rüzgarın ortasında doğdu. Hızla çırpıyordu kanatlarını; gitmek onun tek bildiği şeydi. Ne bir yere ait hissediyordu ne de birini özlüyordu. Uçuyordu çünkü kalmak onu öldürüyordu. Her kanat darbesi bir kaçış, her nefes bir meydan okumaydı. Dünyanın içinde değil, akışın kendisinde var olmak istiyordu. Kendini bulmak için değil; kendini unutmak için uçuyordu.
IV
Ve sonra akşam indi. Son kuş sessizdi; mor bir göğün altında, ahşap bir direğin ucunda duruyordu. Bakışında bir çözülmüşlük vardı. O artık hiçbir şeyi ispat etmeye çalışmıyordu. Ne umudun, ne karanlığın, ne hareketin tarafındaydı. Sadece gözlüyordu. Dünyayı, insanı, zamanı… Biliyordu: anlam, hiçbir uçuşta değil, konduğun yerin sessizliğinde saklıdır.
Belki de dört kuş yoktu. Belki sadece bir ruh, kendini dört renkle anlatıyordu. Biri çocuktu, biri yetişkin, biri yorgun, biri bilge. Ama hepsi aynı göğe baktı; hepsi aynı sessizliğe döküldü sonunda. Gökyüzü değişti, ama hikaye değişmedi. Çünkü insan, her seferinde aynı yere döner: Kendi içine.