1- Leyla Erbil – Tuhaf Bir Kadın (1971)
Türk edebiyatında gerçekten kilometre taşı
sayılabilecek ama hak ettiği ilgiyi hala tam görmemiş bir başyapıttır.
Romanın merkezinde Nermin
adında bir kadın vardır. Nermin, 1940’lar–1960’lar Türkiye’sinde büyüyen,
entelektüel, sorgulayan, uyumsuz bir kadındır. Onun hikayesi, sadece bireysel
bir yaşam öyküsü değil aynı zamanda Cumhuriyet dönemi Türk kadınının kimlik,
özgürlük, ahlak, aile ve toplumla hesaplaşmasının aynasıdır. Nermin büyüdükçe,
kadınlığın toplum tarafından nasıl biçimlendirildiğini, aşk, cinsellik, eğitim
ve ideolojiyle içsel bir çatışma yaşadığını görür. Her bölümde anlatı dili de değişir, çünkü Erbil
dilin kendisini de sorgular.
Leyla Erbil, Türkiye’de
kadın kimliğini bu kadar açık ve çok katmanlı biçimde sorgulayan ilk
yazarlardandır. Dil devrimini aşan bir dil kullanmıştır. Cümleler bazen uzun,
bazen kırıktır, tıpkı Nermin’in zihni gibi. Erbil, Türkçe’yi, itaatsiz
kullanarak edebiyatın erkek egemen kurallarını da kırmıştır. Kadın bedeni
üzerinden hem patriyarkanın hem de devlet ideolojisinin baskısını anlatır.
Bilinç akışı, iç monolog, çok seslilik, mektup parçaları, günlük tutar gibi bir
anlatım söz konusudur. Tuhaf Bir Kadın, Türkiye’de feminist edebiyatının
başlangıç noktası olarak kabul edilir. Leyla Erbil, 2002 yılında, Nobel
Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türk kadın yazardır. Kitap, yazıldığı
dönemde cesur bulunmuş, dil ve cinsellik kullanımı nedeniyle sansüre
uğramıştır.
Bugün akademik çevrelerde, modern Türk romanında kadın öznenin doğuşu olarak değerlendirilir. Kitabı okurken her bölümün sonunda duraksayın, birkaç cümleyi yüksek sesle okuyun, çünkü Erbil’in dili müzikal bir ritme sahiptir. Romanı çözmek için değil, dinlemek için okuyun. İlk 30 sayfa belki biraz yabancı gelebilir ancak sonra dil seni içine alacaktır.
2-Anna Kavan – Buz (Ice) (1967)
Bu roman, 20. yüzyılın en gizemli, büyüleyici ve rüya gibi soğuk romanlarından
biridir. Gerçek ile hayalin, bilinç ile deliliğin sınırında dolaşır. Hem
psikolojik hem de sembolik bir romandır. Roman, bir buz çağının eşiğindeki dünya'da geçmektedir. Küresel
felaket yaklaşırken, anlatıcı kimliği belirsiz bir erkek, kırılgan, solgun, buz
kadar soğuk bir kadını takıntılı biçimde aramaktadır. Kadın bir tür kurbandır. Kaçıyor, kayboluyor, bazen
bir sığınakta, bazen bir ülkede bulunuyor ama anlatıcı onu her defasında
yeniden kaybediyor. Acaba olaylar gerçek mi, yoksa anlatıcının travmatik
zihninin bir yansıması mı? Bu asla tam açıklığa kavuşmuyor. Roman boyunca dünya
buzla kaplanırken, insan ilişkileri de duygusal donukluğa gömülüyor.
Romanda buz; sadece doğa
felaketini değil, duygusal donukluğu, travmayı ve yıkımı simgeler. Yavaş yavaş
ilerleyen bu buz, hem dünyayı hem de insanın iç dünyasını donduruyor. Takıntı
ve kontrol, anlatıcının kadına karşı
hisleri, sevgi değil, saplantıdır. Kadın üzerinde kontrol kurma isteği, erkek
egemen sistemin metaforu olarak da okunur. Kimlik ve gerçekliğe baktığımızda karakterlerin
isimleri yoktur. Bu belirsizlik, romanı bir rüya atmosferine taşır. Okuyucu “Bu
bir hatıra mı, halüsinasyon mu, distopya mı?” diye sorgular. Anna Kavan, bu romanda bilinç akışını, rüya
dilini ve kırık zaman örgüsünü kullanır. Roman boyunca zaman doğrusal değildir, mekan sürekli değişir, gerçeklik çöker, yerini
psikolojik fantezilere bırakır. Yani metin bir kar küresi gibidir, sallandıkça
manzara değişir ama hep aynı soğuk atmosfer devam eder.
Anna Kavan, Buz romanını okurken, hikayeyi anlamaya değil, atmosferi hissetmeye çalışın. Gerçekle rüya arasındaki sınır sürekli erir, bu da romanın ruhudur. Kavan’ın dili soğuk, kırılgan ve şiirseldir, o yüzden mantıkla değil, sezgiyle okuyun. Her sayfada kar, yalnızlık ve arzu aynı anda donar, bu yüzden acele etmeyin, cümlelerin sessizliğini dinleyin.
3-Jean Giono – Ağaç Diken Adam (L’homme qui plantait des arbres) (1953)
Bu roman, sade
görünüşünün altında insanlık, doğa ve umut üzerine yazılmış en etkileyici
alegorilerden biridir. Sadece 40 sayfa kadar kısa bir öyküdür ama okuyan çoğu
insanın içini sessizce değiştirir.
Hikayeyi anlatan kişi, 1. Dünya Savaşı öncesinde Fransa’nın kurak ve ıssız
bir bölgesinde yolculuk yaparken Elzeard Bouffier adında yaşlı bir çobanla
karşılaşır. Bu adam, hiç kimse fark etmese de, her gün düzenli olarak meşe
tohumları diker. Ne bir çıkarı vardır, ne bir destekçisi. Yalnızca sessiz bir
inançla, yeryüzünü yeniden canlandırmak ister. Yıllar geçer, savaşlar olur,
insanlar ölür, kasabalar yıkılır ama o adam tohum ekmeye devam eder. Ve
sonunda, bir zamanlar çorak olan toprak ormanlara, kuşlara, suya ve yaşama
kavuşur.
Elzeard Bouffier bir kahraman değildir, tam tersine, sıradan, sessiz bir insandır. Ama onun
sabrı, sadeliği ve inancı, insanlığın unuttuğu bir erdem biçimini temsil eder. O, Tanrı’dan söz etmeden
Tanrısal bir iş yapmıştır. Bouffier, tek bir insanın dünyayı değiştiremeyeceği
fikrine karşı sessiz bir kanıttır.
Okurken kelimeleri değil, sessizliğin içindeki iyiliği dinleyin. Her sayfada sabır, umut ve insanın doğayla barışması vardır. Bu kitabı yavaşça, mümkünse doğanın içinde ya da bir pencere kenarında okuyun, çünkü gerçek mesajı ağaçların sessizliğinde saklıdır.
4-Bilge Karasu – Gece (1985)
Pegasus Yayınları Roman
Ödülünü alan bu roman, Türk
edebiyatının en karmaşık, en çok katmanı olan ve bir o kadar da büyüleyici
romanlarından biridir. Yalnızca bir hikaye değil, karanlığın içinde düşünmek
üzerine bir edebi deneyimdir. Okuyan herkes için farklı bir anlama bürünür,
çünkü roman hem bir kabustan hem de bir vicdanın iç sesinden oluşur.
Roman klasik anlamda bir olay örgüsüne sahip değildir. Bir anlatıcı vardır ama
bazen o bile kim olduğunu bilmez. Kimi zaman bir yazar, kimi zaman bir ajan,
kimi zaman bir devletin gölgesinde yaşayan bir birey oluverir. Roman, bir
ülkede, gecenin karanlığıyla birlikte insanların birer birer kaybolduğu, devletin
korku ve sessizlikle yönetildiği bir atmosferde geçer. Ancak gece sadece
dışarıda değil, zihnin içinde de vardır. Okur yavaş yavaş anlar ki, bu karanlık,
bir rejimin, bir vicdanın, bir korkunun ve bir kimliğin metaforudur.
Gece, baskının, korkunun
ve bilinçaltının sembolüdür. Aynı zamanda aydınlanmaya giden yoldur, çünkü karanlığın
içinden geçmeden ışık bulunmaz. Roman boyunca anlatıcı değişir, kişi zamirleri
kayar; “ben”, “sen”, “o”. Bu belirsizlik, baskı altında kimliğini yitiren
bireyin ruh halini yansıtır. Roman totaliter sistemlerin içsel etkisini anlatır
ama isim vermez. Çünkü bu durum her yerde ve her dönemde olabilir. Birinin
kaybolması, diğerinin susması, gecenin sessizliğiyle örtülür. Yazar, romanı yazarken
hem suç ortağı hem tanıktır. Yazı, hem bir kurtuluş hem bir ihanet aracıdır. Bilge
Karasu, burada edebiyatın kendisini de sorgular; “Yazmak, birini kurtarabilir
mi, yoksa birini ele vermek midir?”
Roman, karanlıkla insanın iç sesi arasında bir labirenttir, her cümlesi anlamdan çok yankı taşır. Yavaş okuyun, not alın, bazı satırlara iki kez dönün, çünkü “gece” sadece dışarıda değil, insanın içinde de başlar.
5-Unica Zürn – Karadam (Der Mann im Jasmin) (1965)
Bu kitap gerçekten edebiyatın en özel ve sarsıcı
metinlerinden biridir ve
yalnızca bir hikaye değil, zihnin çözülüşünü edebiyat diline dönüştürme
cesaretidir. Kısa, parçalı, şiirseldir fakat okudukça insanın içine kazınır.
Roman, yazarın kendisine
benzeyen bir kadının, deliliğe iniş sürecini anlatır. Bir sanatçı, hem içsel
hem dışsal baskıların ortasında gerçeklikle bağlantısını yavaş yavaş kaybeder. Zihninde,
yasemin kokan bir adam belirir; Karadam. Bu figür hem bir sevgi hem de bir
halüsinasyon kaynağıdır. Kadın, belleğinde çocukluk, aşk, savaş ve annelikle
ilgili imgeleri parça parça hatırlar. Gerçek, rüya ve semboller iç içe geçer. Metin
ilerledikçe, okuyucu da onun zihninin bükülmesini hisseder.
Zürn, psikozu, hastalık
olarak değil, başka bir bilinç hali olarak anlatır. Rüyalar, sesler, sayılar,
renkler, her şey sembol haline gelir. Kadın, toplumun kadın olma
beklentilerinden, annelikten, aşktan, erkek bakışından bunalmıştır. Bellmer’le
yaşadığı ilişki de bu tutsaklığın yansımasıdır. Roman boyunca çocukluk ve yetişkinlik
birbirine karışır. Zürn’ün yazısı, bilinçdışının akışına benzer, kelimeler
kopar, tekrarlar, döner; tıpkı zihnin kendi yankısı gibi.
Paragraf sınırları neredeyse yoktur. Zaman çizgisel değildir. Her şey bir düş mantığıyla akar. Cümleler kısa, yoğun ve hipnotiktir.“Bir adam var. Onu yalnızca ben görebiliyorum. Yasemin kokuyor. Bana yaklaşınca, bütün sesler susuyor.” Ve “Bir kelimeyi yanlış söylersem dünya değişecek.” Zürn’ün dili, deliliğin ritmini yakalayan bir şiirsel matematik gibidir. Bu kitabı bir günde değil, yavaş ve sessizlikte okuyun. Her cümle bir zihinsel görüntü gibidir. Belki bir rüya, belki bir itiraf, kim bilebilir?
6-Fleur Jaeggy – Sadakat Dersi (I beati anni
del castigo) (1989)
Anlatıcı, gençliğinde İsviçre Alplerindeki bir yatılı kız
okulunda geçirdiği yılları hatırlar. O yıllarda tanıştığı Frederique adlı
gizemli, içine kapanık bir kızla arasındaki ilişkiden söz eder. İkisinin
arasında, dostlukla rekabet, sevgiyle kıskançlık arasında gidip gelen tuhaf bir
bağ oluşur. Okulun kuralları, sessizlik, soğuk hava ve iç disiplin arasında bu
ilişki, kelimelerden çok bakışların ve suskunluğun diliyle yaşanır. Yıllar
sonra, anlatıcı artık büyümüştür ama o yıllar içinden çıkamadığı bir labirent
gibi kalır.
Jaeggy’nin kahramanları
duygularını bastırır ama o bastırılmışlığın arasında ateş kadar yoğun bir içsel
dünya vardır. Roman boyunca soğukluk bir atmosfer değil, bir karakterdir. Anlatıcı
ile Frederique arasındaki ilişki, ne tam dostluk, ne tam aşk, ne tam nefret. Ama
her sayfada, o duygusal gerilim hissedilir. Jaeggy bu ifade edilmemiş tutkuyu
mükemmel bir matematikle yazar. Yatılı okul, bir tür manastır gibidir, devamlı
sessizlik, temizlik ve kontrol vardır. Ama bu düzenin altında bir ahlaki baskı
ve duygusal çürüyüş de vardır. Bu yüzden itaatin huzuru, insanı içeriden yok
eder.
Bu kitabı tek oturuşta, sessiz bir gecede okuyun. Her sayfadan sonra sanki nefes alır gibi küçük bir es verin. Okuduktan sonra içinizden şu duygu geçebilir: “hiçbir şey olmadı ama her şey oldu.”
7-Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken (1975)
Atay’ın kahramanları, hep başkalarının arasında
bile yalnız insanlardır. Toplumla uyumsuz, ama kendi içinde de barışık değildirler. İnsanın kendi içine
çekilmesi, başkalarının onu itmesiyle başlar. Korkuyu Beklerken adlı ana
öyküde, bir adam evine gizli bir örgütten mektup gelir zanneder ama aslında
mektup yoktur. Yine de o korku onu kuşatır. Gerçekte olmayan bir tehdidin
gölgesinde, delirme ile uyanıklık arasında yaşar. Bu öykü, modern bireyin içsel
paranoyasının metaforudur. Atay’ın karakterleri delirmemek için düşünen insanlardır.
Topluma aykırı oldukları için dışlanır ama bu dışlanma onların derinliğidir.
Bu kitabı gürültüsüz bir ortamda, yavaş okuyarak deneyimleyin. Her öykü bitince birkaç dakika sessiz kalın çünkü Atay’ın cümleleri yankı ister. Korkuyu değil, bekleyişi hissedin çünkü Atay’ın dünyasında gelmeyen şey, asıl karakterdir.
8-Jose Saramago – Körlük (1995) (NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ-1998)
Sadece bir roman değil, insanlık üzerine yazılmış modern bir alegoridir. Okurken
hem ürpertici hem de aydınlatıcı bir deneyim yaşanır, çünkü Saramago, gözleri
görmeyen insanları değil, görüp de anlamayan toplumu anlatır.
Bir gün, trafikte
bekleyen bir adam birdenbire kör olur. Sonra hastanede doktor, hemşire, polis,
hasta birer birer kör olmaya başlar. Görme kaybı salgın gibidir, hiçbiri
karanlık değil, bembeyaz bir körlük yaşar. Toplum paniğe kapılır, hükümet
körleri karantinaya alır. Kısa sürede düzen çöker, insanlar birbirine
yabancılaşır ve içlerindeki karanlık açığa çıkar. Körler arasında yalnızca bir
kişi vardır ki, görmeye devam eder. Bu kişi doktorun karısıdır. Ama o da
görmeyi gizler, çünkü görmenin bile lanet olabileceği bir dünyada yaşar .Roman,
insanlık karanlıkta değil, ışığın içinde bile kör olabilir, fikrinin
alegorisidir.
Körlük
salgını ilerledikçe, toplum tüm değerlerini yitirir. Yemek için kavga edenler,
güç uğruna birbirine zarar verenler… Saramago, burada; medeniyetin maskesini yırtar.
Herkes kör olmuştur çünkü herkes birbirine bakmayı unutmuştur.
Görmek burada fiziksel
değil, ahlaki bir eylemdir. Roman boyunca gören kadın; vicdanı, empatiyi ve
farkındalığı temsil eder. Kaosun ortasında bile bazı karakterler insani
değerleri korur. Saramago insanın düşüşünü anlatırken, umudu tamamen silmez ama
o umut artık sessiz bir kadının sabrına dönüşmüştür.
Bu romanı acele etmeden okuyun. Birkaç sayfa okuduktan sonra ritmine gireceksiniz, sanki zihninizde yankılanan bir anlatıcıyla birlikte yürür gibi; gözleriniz değil, yüreğiniz okur.
9-Katherine Rundell – Kurtların Arasında Koşan Kız (The Wolf Wilder)(1995) (Costa Çocuk Kitabı Ödülü 2015)
Rusya’nın karlarındaki
bir kız çocuğunun doğayla dostluğununu anlatan bu roman; bağımsızlık, cesaret, ve
merhamet üçgeninde, lirik bir dille ve masalsı bir atmosfer ile hem şiirsel hem
maceralı, hem de insanın kalbine dokunan bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Bu
kitap çocuklar için yazılmış gibi görünse de aslında her yaştan okur için
özgürlük, doğa ve cesaret üzerine bir manifesto gibidir.
Roman çarlık döneminin
Rusya’sında, karlarla kaplı uçsuz bucaksız ormanlarda geçer. Kahramanımız
Feodora (Feo) adında, annesiyle birlikte yaşayan bir kız çocuğudur. İkisi de kurt
evcilleştiricileri olarak bilinirl. Zenginlerin süs köpeğine dönüştürdüğü
kurtları, yeniden doğaya döndürürler, yani kurtlara özgürlüğü öğretirler. Bir
gün askerler annesini tutuklar ve evi yakarlar. Feo, üç kurduyla birlikte
karların arasında annesini kurtarmak için bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk
boyunca korkuyla, açlıkla, yalnızlıkla ama en çok da kendi gücüyle yüzleşir. Feo’nun
yolculuğu bir kurtarma hikayesinden çok, kendini keşfetme yolculuğudur. Zincirleri
olan sadece insanlar değil, hayvanlardır da, yazar, bu bağı çok şiirsel biçimde
kurar. Kurtları evcilleştirmek kolaydır, ama onları özgür kılmak bir ömür
sürer.
Romanın kalbi doğadır. Kar,
rüzgar, orman ve kurtların nefesi. Doğa burada bir dekor değil, karakterlerden
biridir. Rundell, insanla doğa arasındaki bağı incelikle anlatır. Feo’nun
kurtlarıyla olan ilişkisi, insan-dostluk ilişkilerinden bile daha samimidir. Korkunun
ortasında bile bağlılık, sadakat ve içgüdüsel sevgi ön plandadır. Feo genç bir kız olarak
savaşın, erkek egemenliğin ve korkunun ortasında kendi yolunu açar. Bu anlamda
roman, güçlü ama duyarlı kadın karakterleriyle feminist bir dokunuş taşır.
Bu kitabı, sıcak bir battaniye, bir fincan çay ve kurt nefesinin soğuğunu hissederek güzel bir kış gecesinde okuyun. Metin hem masal gibi akmakta, hem de düşündürmektedir. Tek bir soru; Özgürlük öğrenilen bir şey midir, yoksa doğuştan mı gelir?”
10-J.D. Salinger – Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher in the
Rye)(1951) (Modern Library ve TIME Dergisi tarafından 20. Yüzyılın En İyi 100 Romanı arasına seçilmiştir.)
Çavdar Tarlasında Çocuklar
(The Catcher in the Rye), ergenliğin; yalnızlığını, öfkesini ve anlam arayışını
anlatan en güçlü romanlardan biridir. Okuyan herkes, bir dönem kendini Holden
Caulfield’da bulur;
çünkü o, büyümek istemeyen ama büyümekten kaçamayan herkesin sesidir.
Holden Caulfield 17
yaşındadır ve okuldan atılmıştır. Kardeşinin ölümünün ardından hayattan ve
insanlardan yabancılaşmıştır. New York’ta birkaç gün tek başına dolaşır. Otelleri,
barları, sokakları ve müzeleri gezer. Aslında yaptığı tek şey büyümeyi erteleme
çabasıdır, Holden’ın, iç monologunda; “Herkes bir şey olmak istiyor, ama ben
hiçbir şey olmak istemiyorum.” Yer alır. İç monologları komik, kırık ve
düşündürücüdür. Masumiyet ile yetişkin dünyasının yalanı arasında sıkışmıştır.
Holden, sahte bulduğu
insanlardan kaçarken daha da yalnızlaşır. Bu yabancılaşma, modern insanın
duygusal boşluğunu yansıtır. İnsanlarla konuşmak istemez ama konuşmadığında da
yapayalnız kalır. Holden çocukların masumiyetini korumak ister. Romanın adı da
buradan gelir: O, çocukların uçurumdan düşmesini önlemek isteyen bir çavdar
tarlası bekçisi olmak ister.
Kitap ergenlik
depresyonunu çok doğal anlatır. Holden’ın siniri, aslında umutsuzluğudur. Kitabı
tek seferde okumayın, çünkü
Holden’ın duygularını özümsemek için günde birkaç bölüm gerekebilir. Bazı
bölümler (özellikle kız kardeşi Phoebe ile olan sahneler) sessizlikte okunmalıdır.
Çünkü o sahneler sadece duyulmaz, yaşanır.