Kitap Önerileri [ 14 Eylül 2025 ]


Kitap Önerileri


1- Leyla Erbil – Tuhaf Bir Kadın (1971)

Türk edebiyatında gerçekten kilometre taşı sayılabilecek ama hak ettiği ilgiyi hala tam görmemiş bir başyapıttır.

Romanın merkezinde Nermin adında bir kadın vardır. Nermin, 1940’lar–1960’lar Türkiye’sinde büyüyen, entelektüel, sorgulayan, uyumsuz bir kadındır. Onun hikayesi, sadece bireysel bir yaşam öyküsü değil aynı zamanda Cumhuriyet dönemi Türk kadınının kimlik, özgürlük, ahlak, aile ve toplumla hesaplaşmasının aynasıdır. Nermin büyüdükçe, kadınlığın toplum tarafından nasıl biçimlendirildiğini, aşk, cinsellik, eğitim ve ideolojiyle içsel bir çatışma yaşadığını görür. Her bölümde anlatı dili de değişir, çünkü Erbil dilin kendisini de sorgular.

Leyla Erbil, Türkiye’de kadın kimliğini bu kadar açık ve çok katmanlı biçimde sorgulayan ilk yazarlardandır. Dil devrimini aşan bir dil kullanmıştır. Cümleler bazen uzun, bazen kırıktır, tıpkı Nermin’in zihni gibi. Erbil, Türkçe’yi, itaatsiz kullanarak edebiyatın erkek egemen kurallarını da kırmıştır. Kadın bedeni üzerinden hem patriyarkanın hem de devlet ideolojisinin baskısını anlatır. Bilinç akışı, iç monolog, çok seslilik, mektup parçaları, günlük tutar gibi bir anlatım söz konusudur. Tuhaf Bir Kadın, Türkiye’de feminist edebiyatının başlangıç noktası olarak kabul edilir. Leyla Erbil, 2002 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türk kadın yazardır. Kitap, yazıldığı dönemde cesur bulunmuş, dil ve cinsellik kullanımı nedeniyle sansüre uğramıştır.

Bugün akademik çevrelerde, modern Türk romanında kadın öznenin doğuşu olarak değerlendirilir. Kitabı okurken her bölümün sonunda duraksayın, birkaç cümleyi yüksek sesle okuyun, çünkü Erbil’in dili müzikal bir ritme sahiptir. Romanı çözmek için değil, dinlemek için okuyun. İlk 30 sayfa belki biraz yabancı gelebilir ancak sonra dil seni içine alacaktır. 


2-Anna Kavan – Buz (Ice) (1967)

Bu roman, 20. yüzyılın en gizemli, büyüleyici ve rüya gibi soğuk romanlarından biridir. Gerçek ile hayalin, bilinç ile deliliğin sınırında dolaşır. Hem psikolojik hem de sembolik bir romandır. Roman, bir buz çağının eşiğindeki dünya'da geçmektedir. Küresel felaket yaklaşırken, anlatıcı kimliği belirsiz bir erkek, kırılgan, solgun, buz kadar soğuk bir kadını takıntılı biçimde aramaktadır. Kadın bir tür kurbandır. Kaçıyor, kayboluyor, bazen bir sığınakta, bazen bir ülkede bulunuyor ama anlatıcı onu her defasında yeniden kaybediyor. Acaba olaylar gerçek mi, yoksa anlatıcının travmatik zihninin bir yansıması mı? Bu asla tam açıklığa kavuşmuyor. Roman boyunca dünya buzla kaplanırken, insan ilişkileri de duygusal donukluğa gömülüyor.

Romanda buz; sadece doğa felaketini değil, duygusal donukluğu, travmayı ve yıkımı simgeler. Yavaş yavaş ilerleyen bu buz, hem dünyayı hem de insanın iç dünyasını donduruyor. Takıntı ve kontrol, anlatıcının kadına karşı hisleri, sevgi değil, saplantıdır. Kadın üzerinde kontrol kurma isteği, erkek egemen sistemin metaforu olarak da okunur. Kimlik ve gerçekliğe baktığımızda karakterlerin isimleri yoktur. Bu belirsizlik, romanı bir rüya atmosferine taşır. Okuyucu “Bu bir hatıra mı, halüsinasyon mu, distopya mı?” diye sorgular. Anna Kavan, bu romanda bilinç akışını, rüya dilini ve kırık zaman örgüsünü kullanır. Roman boyunca zaman doğrusal değildir, mekan sürekli değişir, gerçeklik çöker, yerini psikolojik fantezilere bırakır. Yani metin bir kar küresi gibidir, sallandıkça manzara değişir ama hep aynı soğuk atmosfer devam eder.

Anna Kavan, Buz romanını okurken, hikayeyi anlamaya değil, atmosferi hissetmeye çalışın. Gerçekle rüya arasındaki sınır sürekli erir, bu da romanın ruhudur. Kavan’ın dili soğuk, kırılgan ve şiirseldir, o yüzden mantıkla değil, sezgiyle okuyun. Her sayfada kar, yalnızlık ve arzu aynı anda donar, bu yüzden acele etmeyin, cümlelerin sessizliğini dinleyin.


3-Jean Giono – Ağaç Diken Adam (L’homme qui plantait des arbres) (1953)

Bu roman, sade görünüşünün altında insanlık, doğa ve umut üzerine yazılmış en etkileyici alegorilerden biridir. Sadece 40 sayfa kadar kısa bir öyküdür ama okuyan çoğu insanın içini sessizce değiştirir.

Hikayeyi anlatan kişi, 1. Dünya Savaşı öncesinde Fransa’nın kurak ve ıssız bir bölgesinde yolculuk yaparken Elzeard Bouffier adında yaşlı bir çobanla karşılaşır. Bu adam, hiç kimse fark etmese de, her gün düzenli olarak meşe tohumları diker. Ne bir çıkarı vardır, ne bir destekçisi. Yalnızca sessiz bir inançla, yeryüzünü yeniden canlandırmak ister. Yıllar geçer, savaşlar olur, insanlar ölür, kasabalar yıkılır ama o adam tohum ekmeye devam eder. Ve sonunda, bir zamanlar çorak olan toprak ormanlara, kuşlara, suya ve yaşama kavuşur.

Elzeard Bouffier bir kahraman değildir, tam tersine, sıradan, sessiz bir insandır. Ama onun sabrı, sadeliği ve inancı, insanlığın unuttuğu bir erdem biçimini temsil eder. O, Tanrı’dan söz etmeden Tanrısal bir iş yapmıştır. Bouffier, tek bir insanın dünyayı değiştiremeyeceği fikrine karşı sessiz bir kanıttır.

Okurken kelimeleri değil, sessizliğin içindeki iyiliği dinleyin. Her sayfada sabır, umut ve insanın doğayla barışması vardır. Bu kitabı yavaşça, mümkünse doğanın içinde ya da bir pencere kenarında okuyun, çünkü gerçek mesajı ağaçların sessizliğinde saklıdır.

4-Bilge Karasu – Gece (1985)

Pegasus Yayınları Roman Ödülünü alan bu roman, Türk edebiyatının en karmaşık, en çok katmanı olan ve bir o kadar da büyüleyici romanlarından biridir. Yalnızca bir hikaye değil, karanlığın içinde düşünmek üzerine bir edebi deneyimdir. Okuyan herkes için farklı bir anlama bürünür, çünkü roman hem bir kabustan hem de bir vicdanın iç sesinden oluşur.

Roman klasik anlamda bir olay örgüsüne sahip değildir. Bir anlatıcı vardır ama bazen o bile kim olduğunu bilmez. Kimi zaman bir yazar, kimi zaman bir ajan, kimi zaman bir devletin gölgesinde yaşayan bir birey oluverir. Roman, bir ülkede, gecenin karanlığıyla birlikte insanların birer birer kaybolduğu, devletin korku ve sessizlikle yönetildiği bir atmosferde geçer. Ancak gece sadece dışarıda değil, zihnin içinde de vardır. Okur yavaş yavaş anlar ki, bu karanlık, bir rejimin, bir vicdanın, bir korkunun ve bir kimliğin metaforudur.

Gece, baskının, korkunun ve bilinçaltının sembolüdür. Aynı zamanda aydınlanmaya giden yoldur, çünkü karanlığın içinden geçmeden ışık bulunmaz. Roman boyunca anlatıcı değişir, kişi zamirleri kayar; “ben”, “sen”, “o”. Bu belirsizlik, baskı altında kimliğini yitiren bireyin ruh halini yansıtır. Roman totaliter sistemlerin içsel etkisini anlatır ama isim vermez. Çünkü bu durum her yerde ve her dönemde olabilir. Birinin kaybolması, diğerinin susması, gecenin sessizliğiyle örtülür. Yazar, romanı yazarken hem suç ortağı hem tanıktır. Yazı, hem bir kurtuluş hem bir ihanet aracıdır. Bilge Karasu, burada edebiyatın kendisini de sorgular; “Yazmak, birini kurtarabilir mi, yoksa birini ele vermek midir?”

Roman, karanlıkla insanın iç sesi arasında bir labirenttir, her cümlesi anlamdan çok yankı taşır. Yavaş okuyun, not alın, bazı satırlara iki kez dönün, çünkü “gece” sadece dışarıda değil, insanın içinde de başlar.


5-Unica Zürn – Karadam (Der Mann im Jasmin) (1965)

Bu kitap gerçekten edebiyatın en özel ve sarsıcı metinlerinden biridir ve yalnızca bir hikaye değil, zihnin çözülüşünü edebiyat diline dönüştürme cesaretidir. Kısa, parçalı, şiirseldir fakat okudukça insanın içine kazınır.

Roman, yazarın kendisine benzeyen bir kadının, deliliğe iniş sürecini anlatır. Bir sanatçı, hem içsel hem dışsal baskıların ortasında gerçeklikle bağlantısını yavaş yavaş kaybeder. Zihninde, yasemin kokan bir adam belirir; Karadam. Bu figür hem bir sevgi hem de bir halüsinasyon kaynağıdır. Kadın, belleğinde çocukluk, aşk, savaş ve annelikle ilgili imgeleri parça parça hatırlar. Gerçek, rüya ve semboller iç içe geçer. Metin ilerledikçe, okuyucu da onun zihninin bükülmesini hisseder.

Zürn, psikozu, hastalık olarak değil, başka bir bilinç hali olarak anlatır. Rüyalar, sesler, sayılar, renkler, her şey sembol haline gelir. Kadın, toplumun kadın olma beklentilerinden, annelikten, aşktan, erkek bakışından bunalmıştır. Bellmer’le yaşadığı ilişki de bu tutsaklığın yansımasıdır. Roman boyunca çocukluk ve yetişkinlik birbirine karışır. Zürn’ün yazısı, bilinçdışının akışına benzer, kelimeler kopar, tekrarlar, döner; tıpkı zihnin kendi yankısı gibi.

Paragraf sınırları neredeyse yoktur. Zaman çizgisel değildir. Her şey bir düş mantığıyla akar. Cümleler kısa, yoğun ve hipnotiktir.“Bir adam var. Onu yalnızca ben görebiliyorum. Yasemin kokuyor. Bana yaklaşınca, bütün sesler susuyor.” Ve “Bir kelimeyi yanlış söylersem dünya değişecek.” Zürn’ün dili, deliliğin ritmini yakalayan bir şiirsel matematik gibidir. Bu kitabı bir günde değil, yavaş ve sessizlikte okuyun. Her cümle bir zihinsel görüntü gibidir. Belki bir rüya, belki bir itiraf, kim bilebilir?


6-Fleur Jaeggy – Sadakat Dersi (I beati anni del castigo) (1989)

Anlatıcı, gençliğinde İsviçre Alplerindeki bir yatılı kız okulunda geçirdiği yılları hatırlar. O yıllarda tanıştığı Frederique adlı gizemli, içine kapanık bir kızla arasındaki ilişkiden söz eder. İkisinin arasında, dostlukla rekabet, sevgiyle kıskançlık arasında gidip gelen tuhaf bir bağ oluşur. Okulun kuralları, sessizlik, soğuk hava ve iç disiplin arasında bu ilişki, kelimelerden çok bakışların ve suskunluğun diliyle yaşanır. Yıllar sonra, anlatıcı artık büyümüştür ama o yıllar içinden çıkamadığı bir labirent gibi kalır.

Jaeggy’nin kahramanları duygularını bastırır ama o bastırılmışlığın arasında ateş kadar yoğun bir içsel dünya vardır. Roman boyunca soğukluk bir atmosfer değil, bir karakterdir. Anlatıcı ile Frederique arasındaki ilişki, ne tam dostluk, ne tam aşk, ne tam nefret. Ama her sayfada, o duygusal gerilim hissedilir. Jaeggy bu ifade edilmemiş tutkuyu mükemmel bir matematikle yazar. Yatılı okul, bir tür manastır gibidir, devamlı sessizlik, temizlik ve kontrol vardır. Ama bu düzenin altında bir ahlaki baskı ve duygusal çürüyüş de vardır. Bu yüzden itaatin huzuru, insanı içeriden yok eder.

Bu kitabı tek oturuşta, sessiz bir gecede okuyun. Her sayfadan sonra sanki nefes alır gibi küçük bir es verin. Okuduktan sonra içinizden şu duygu geçebilir: “hiçbir şey olmadı ama her şey oldu.”


7-Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken (1975)

Atay’ın kahramanları, hep başkalarının arasında bile yalnız insanlardır. Toplumla uyumsuz, ama kendi içinde de barışık değildirler. İnsanın kendi içine çekilmesi, başkalarının onu itmesiyle başlar. Korkuyu Beklerken adlı ana öyküde, bir adam evine gizli bir örgütten mektup gelir zanneder ama aslında mektup yoktur. Yine de o korku onu kuşatır. Gerçekte olmayan bir tehdidin gölgesinde, delirme ile uyanıklık arasında yaşar. Bu öykü, modern bireyin içsel paranoyasının metaforudur. Atay’ın karakterleri delirmemek için düşünen insanlardır. Topluma aykırı oldukları için dışlanır ama bu dışlanma onların derinliğidir.

Bu kitabı gürültüsüz bir ortamda, yavaş okuyarak deneyimleyin. Her öykü bitince birkaç dakika sessiz kalın çünkü Atay’ın cümleleri yankı ister. Korkuyu değil, bekleyişi hissedin çünkü Atay’ın dünyasında gelmeyen şey, asıl karakterdir.


8-Jose Saramago – Körlük (1995) (NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ-1998)

Sadece bir roman değil, insanlık üzerine yazılmış modern bir alegoridir. Okurken hem ürpertici hem de aydınlatıcı bir deneyim yaşanır, çünkü Saramago, gözleri görmeyen insanları değil, görüp de anlamayan toplumu anlatır.

Bir gün, trafikte bekleyen bir adam birdenbire kör olur. Sonra hastanede doktor, hemşire, polis, hasta birer birer kör olmaya başlar. Görme kaybı salgın gibidir, hiçbiri karanlık değil, bembeyaz bir körlük yaşar. Toplum paniğe kapılır, hükümet körleri karantinaya alır. Kısa sürede düzen çöker, insanlar birbirine yabancılaşır ve içlerindeki karanlık açığa çıkar. Körler arasında yalnızca bir kişi vardır ki, görmeye devam eder. Bu kişi doktorun karısıdır. Ama o da görmeyi gizler, çünkü görmenin bile lanet olabileceği bir dünyada yaşar .Roman, insanlık karanlıkta değil, ışığın içinde bile kör olabilir, fikrinin alegorisidir.

Körlük salgını ilerledikçe, toplum tüm değerlerini yitirir. Yemek için kavga edenler, güç uğruna birbirine zarar verenler… Saramago, burada; medeniyetin maskesini yırtar. Herkes kör olmuştur çünkü herkes birbirine bakmayı unutmuştur.

Görmek burada fiziksel değil, ahlaki bir eylemdir. Roman boyunca gören kadın; vicdanı, empatiyi ve farkındalığı temsil eder. Kaosun ortasında bile bazı karakterler insani değerleri korur. Saramago insanın düşüşünü anlatırken, umudu tamamen silmez ama o umut artık sessiz bir kadının sabrına dönüşmüştür.

Bu romanı acele etmeden okuyun. Birkaç sayfa okuduktan sonra ritmine gireceksiniz, sanki zihninizde yankılanan bir anlatıcıyla birlikte yürür gibi; gözleriniz değil, yüreğiniz okur.


9-Katherine Rundell – Kurtların Arasında Koşan Kız (The Wolf Wilder)(1995) (Costa Çocuk Kitabı Ödülü 2015)

Rusya’nın karlarındaki bir kız çocuğunun doğayla dostluğununu anlatan bu roman; bağımsızlık, cesaret, ve merhamet üçgeninde, lirik bir dille ve masalsı bir atmosfer ile hem şiirsel hem maceralı, hem de insanın kalbine dokunan bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Bu kitap çocuklar için yazılmış gibi görünse de aslında her yaştan okur için özgürlük, doğa ve cesaret üzerine bir manifesto gibidir.

Roman çarlık döneminin Rusya’sında, karlarla kaplı uçsuz bucaksız ormanlarda geçer. Kahramanımız Feodora (Feo) adında, annesiyle birlikte yaşayan bir kız çocuğudur. İkisi de kurt evcilleştiricileri olarak bilinirl. Zenginlerin süs köpeğine dönüştürdüğü kurtları, yeniden doğaya döndürürler, yani kurtlara özgürlüğü öğretirler. Bir gün askerler annesini tutuklar ve evi yakarlar. Feo, üç kurduyla birlikte karların arasında annesini kurtarmak için bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk boyunca korkuyla, açlıkla, yalnızlıkla ama en çok da kendi gücüyle yüzleşir. Feo’nun yolculuğu bir kurtarma hikayesinden çok, kendini keşfetme yolculuğudur. Zincirleri olan sadece insanlar değil, hayvanlardır da, yazar, bu bağı çok şiirsel biçimde kurar. Kurtları evcilleştirmek kolaydır, ama onları özgür kılmak bir ömür sürer.

Romanın kalbi doğadır. Kar, rüzgar, orman ve kurtların nefesi. Doğa burada bir dekor değil, karakterlerden biridir. Rundell, insanla doğa arasındaki bağı incelikle anlatır. Feo’nun kurtlarıyla olan ilişkisi, insan-dostluk ilişkilerinden bile daha samimidir. Korkunun ortasında bile bağlılık, sadakat ve içgüdüsel sevgi ön plandadır. Feo genç bir kız olarak savaşın, erkek egemenliğin ve korkunun ortasında kendi yolunu açar. Bu anlamda roman, güçlü ama duyarlı kadın karakterleriyle feminist bir dokunuş taşır.

Bu kitabı, sıcak bir battaniye, bir fincan çay ve kurt nefesinin soğuğunu hissederek güzel bir kış gecesinde okuyun. Metin hem masal gibi akmakta, hem de düşündürmektedir. Tek bir soru; Özgürlük öğrenilen bir şey midir, yoksa doğuştan mı gelir?”


10-J.D. Salinger – Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher in the Rye)(1951) (Modern Library ve TIME Dergisi tarafından 20. Yüzyılın En İyi 100 Romanı arasına seçilmiştir.)

Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher in the Rye), ergenliğin; yalnızlığını, öfkesini ve anlam arayışını anlatan en güçlü romanlardan biridir. Okuyan herkes, bir dönem kendini Holden Caulfield’da bulur; çünkü o, büyümek istemeyen ama büyümekten kaçamayan herkesin sesidir.

Holden Caulfield 17 yaşındadır ve okuldan atılmıştır. Kardeşinin ölümünün ardından hayattan ve insanlardan yabancılaşmıştır. New York’ta birkaç gün tek başına dolaşır. Otelleri, barları, sokakları ve müzeleri gezer. Aslında yaptığı tek şey büyümeyi erteleme çabasıdır, Holden’ın, iç monologunda; “Herkes bir şey olmak istiyor, ama ben hiçbir şey olmak istemiyorum.” Yer alır. İç monologları komik, kırık ve düşündürücüdür. Masumiyet ile yetişkin dünyasının yalanı arasında sıkışmıştır.

Holden, sahte bulduğu insanlardan kaçarken daha da yalnızlaşır. Bu yabancılaşma, modern insanın duygusal boşluğunu yansıtır. İnsanlarla konuşmak istemez ama konuşmadığında da yapayalnız kalır. Holden çocukların masumiyetini korumak ister. Romanın adı da buradan gelir: O, çocukların uçurumdan düşmesini önlemek isteyen bir çavdar tarlası bekçisi olmak ister.

Kitap ergenlik depresyonunu çok doğal anlatır. Holden’ın siniri, aslında umutsuzluğudur. Kitabı tek seferde okumayın, çünkü Holden’ın duygularını özümsemek için günde birkaç bölüm gerekebilir. Bazı bölümler (özellikle kız kardeşi Phoebe ile olan sahneler) sessizlikte okunmalıdır. Çünkü o sahneler sadece duyulmaz, yaşanır.