Zamanı Değil, Kendimizi Kaybediyoruz [ 15 Aralık 2025 ]


Zamanı Değil, Kendimizi Kaybediyoruz



İnsan, tarih boyunca zamanı ölçmeye çalışırken aslında onu durdurmak değil, ona yetişmek istemiştir; çünkü günlerin aynı hızda aktığı bir dünyada bazı anlar çabucak kaybolur, bazı anlar ise insanın içinde ağırlaşarak genişler ve bu fark, saatlerin değil, bilincin nerede durduğunu ele verir. Fizik, uzun süre zamanı değişmez ve mutlak bir akış olarak kabul etmişken, Albert Einstein’ın görelilik kuramıyla birlikte bu güvenli zemini sarsmış, zamanın hareket eden ve kütle çekimi altında bulunan her varlık için farklı hızlarda aktığını ortaya koyarak, evrenin en temel sabitlerinden birinin aslında esneyebildiğini göstermiştir; bugün uyduların ve atom saatlerinin her gün mikro saniyeler düzeyinde ayarlanmak zorunda kalması, bu fikrin teoriden ibaret olmadığını, ölçülebilir ve doğrulanabilir bir gerçek olduğunu kanıtlamaktadır.

Ancak bu bilimsel gerçek, insanın günlük yaşamda zamanı yavaşlatabileceği ya da hızlandırabileceği anlamına gelmez; çünkü fiziksel zaman, bireysel iradenin değil, evrensel koşulların kontrolündedir ve bizler bu akışın yalnızca tanıklarıyız, yönlendiricileri değil. Buna rağmen insan deneyimi söz konusu olduğunda zaman, katı bir fizik yasası olmaktan çıkarak son derece esnek bir hal alır; tehlike anlarında saniyelerin uzaması, yoğun bir mutlulukta saatlerin fark edilmeden geçmesi ya da bekleyiş sırasında dakikaların ağırlaşması, beynin dış dünyayı işleme biçiminin zaman algısını doğrudan etkilediğini ve aslında yaşadığımız zamanın, ölçülen zamandan farklı bir düzlemde aktığını gösterir.

Psikoloji, bu durumu beynin dikkat, duygu ve bellek yoğunluğuna bağlı olarak zamanı farklı biçimlerde kodlamasıyla açıklar; zihin ne kadar fazla veriyle meşgulse, geçen süre o kadar uzun hissedilir ve bu nedenle bazı anlar geride bırakıldığında bile zihinde geniş yer kaplar, bazı günler ise yaşanmış olmasına rağmen neredeyse hatırlanmaz. Felsefe ise bu noktada daha sarsıcı bir soru sorar: Zaman gerçekten dışarıda akan bir şey midir, yoksa insan bilincinin içinde kurulan bir düzen midir; Augustinus’un geçmişin artık var olmadığı, geleceğin henüz gelmediği ve insanın yalnızca “şimdi”yi yaşadığı yönündeki düşüncesi, zamanın büyük ölçüde hafıza ve beklenti arasında kurulan zihinsel bir köprü olabileceğini düşündürür.

Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, zamanı yavaşlatmak ya da hızlandırmak, fiziksel akışı değiştirmekten çok, insanın dikkatini nereye yerleştirdiğiyle ilgilidir; çünkü farkında olunarak yaşanan bir an genişler, aceleyle tüketilen bir gün ise silikleşir. Popüler kültürde sıkça karşılaşılan zamanın durdurulması, geri sarılması ya da ileri atlanması gibi anlatılar ise bilimsel gerçeklikten ziyade insanın zamana karşı duyduğu çaresizliğin sembolik ifadesidir; bu anlatılar, zamanı kontrol etme arzusunun değil, onun içinden kaçma isteğinin hikayesini anlatır.

Sonuçta zaman, ne tamamen değiştirilebilir bir madde ne de bütünüyle hayal ürünü bir kavramdır; o, evrende fizik yasalarına göre akan, insanın içinde ise anlamlara bölünen çok katmanlı bir deneyimdir ve belki de asıl mesele, zamanı yavaşlatmak değil, hızla akıp giden anların içinde gerçekten var olabilmektir. Çünkü bazı insanlar zamanı kovalarken yaşlanır, bazıları ise yalnızca durup baktıkları için zamanı hisseder.