Fransa’nın batısında, Bretagne kıyılarının rüzgarla yoğrulmuş toprağında yan yana dizilmiş binlerce taşın oluşturduğu Carnac alanı, ilk bakışta sessiz ve hareketsiz görünse de, aslında insanlık tarihinin en uzun cümlelerinden birini fısıldayan, kelimeleri olmayan ama anlamı son derece yoğun bir anlatıdır; çünkü bu taşlar, yazının henüz icat edilmediği, takvimin bilinmediği, haritanın çizilmediği bir çağda, insan zihninin doğayı okuma, zamanı kavrama ve görünmeyeni düzenleme çabasının somutlaşmış hali olarak ayakta durur. Yaklaşık beş bin yıl önce, henüz “medeniyet” kelimesi bile yokken, yüzlerce insanın tonlarca ağırlıktaki bu taşları kilometrelerce uzağa taşıyıp, belirli bir ritim ve düzen içinde toprağa yerleştirmesi, rastlantının değil, kuşaktan kuşağa aktarılan bir bilginin, sabrın ve kolektif hafızanın ürünü olduğunu açıkça gösterir; çünkü Carnac’ta taşlar ne gelişigüzel dağılmıştır ne de tek bir noktada toplanmıştır, aksine birbirini takip eden uzun sıralar halinde, bilinçli boşluklar ve hizalanmalarla ufka doğru uzanır.
Bu düzen, birçok araştırmacıyı Carnac’ın sadece bir anıt değil, aynı zamanda zamanı izleyen ve doğanın döngülerini kayda alan bir tür ilkel gözlemevi olabileceği fikrine götürür; güneşin yılın belirli günlerinde doğduğu ve battığı noktalarla, ayın döngüsel hareketleriyle ve mevsim geçişleriyle taşların yönelimi arasındaki örtüşmeler, burada yaşayan insanların gökyüzünü izleyen değil, gökyüzüyle yaşayan bir topluluk olduğunu düşündürür. Ancak Carnac’ı yalnızca astronomik bir sistem olarak okumak da eksik kalır; çünkü bu taşların arasında yürürken hissedilen şey, matematiksel bir düzenin soğukluğu değil, ritüel bir yolculuğun ağır ve derin temposudur; bazı taş sıralarının belirli noktalarda sona ermesi, bazılarının ise bilinçli olarak daraltılması, bu alanın yaşayanlarla ölüler, görünenle görünmeyen arasında sembolik bir geçiş alanı olarak kurgulandığını ima eder.
Yerel halkın yüzyıllar boyunca bu taşlara yüklediği anlamlar da bilimsel açıklamalar kadar çarpıcıdır; kimi anlatılarda Carnac taşları, inançlarından vazgeçmeyen eski bir topluluğun lanetlenmiş hali olarak görülürken, kimi söylencelerde ise geceleri yer değiştiren, ay ışığında fısıldaşan canlı varlıklar gibi tasvir edilir ve bu efsaneler, insan zihninin bilinmeyen karşısında hikayeler üreterek anlam yaratma refleksini açıkça ortaya koyar. Modern çağda yapılan ölçümler ve manyetik analizler, taşların bulunduğu alanın yeraltı enerji hatlarıyla çakıştığını gösterdiğinde, Carnac bir kez daha sadece geçmişin değil, bugünün de merakını uyandıran bir merkez haline gelir; çünkü bu durum, ilkel olarak adlandırılan toplumların doğanın görünmeyen katmanlarını sezgisel olarak algılayıp algılamadığı sorusunu gündeme taşır.
Bugün Carnac Taşları’na baktığımızda kesin bir cevap vermekten çok, güçlü sorularla karşılaşırız; bu kadar büyük bir emeğin neden harcandığı, bu düzenin tam olarak neyi temsil ettiği ve bu bilginin neden zamanla kaybolduğu hala net değildir, fakat belki de Carnac’ın asıl gücü burada yatar, çünkü o, insanlığa “ne bildiğini” değil, “ne kadarını unuttuğunu” hatırlatan taşlardan oluşan sessiz bir arşiv gibidir.