Türk tarihi çoğu zaman kılıçla, fetihle, savaşla anlatılır; oysa Türklerin asıl ayırt edici yanı yalnızca toprak almak değil, gittikleri yere bir düzen, bir ahlak ve bir denge anlayışı bırakmalarıdır ve bu yön, nedense kitapların dip notlarında kalır. Türkler, tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren sabit bir coğrafyaya değil, bir ilkeye bağlı yaşadılar; bu ilke bazen töreydi, bazen adalet, bazen de “insanı yaşat ki devlet yaşasın” fikrinin henüz adı konmamış hâliydi ve bu yüzden Türkler için devlet, yalnızca yönetim değil, bir ahlaki organizma olarak algılandı.
Göçebe olmak, çoğu zaman “düzensizlik” gibi anlatıldı ama Türkler için göç, başıboşluk değil, uyum yeteneğiydi; doğayla kavga etmeyen, onu zorlamayan, şartlara göre şekil alan bir yaşam biçimi ve bu esneklik, Türklerin yüzyıllar boyunca yok olmadan var olabilmesinin asıl sırrıydı. Türk töresi, yazılı bir anayasa olmamasına rağmen, birçok medeniyetin hukuk sisteminden daha güçlü bir bağlayıcılığa sahipti; çünkü töre, korkuyla değil, ayıp ve vicdan duygusuyla işlerdi ve bu da Türk toplumunda iç denetimi, dış baskıdan daha etkili kılardı.
Kadının Türk tarihindeki yeri, çoğu zaman yeterince konuşulmaz; oysa eski Türklerde kadın yalnızca eş değil, ortağıydı, toyda söz sahibiydi, gerektiğinde devletin yüzüydü ve bu durum, Türk toplumunun gücünü yalnızca kasla değil, dengeyle kurduğunu gösterirdi. Türkler için gökyüzü, yalnızca tanrısal bir alan değil, rehberdi; Gök Tanrı inancı, insanı küçülten değil, sorumluluk yükleyen bir anlayıştı ve bu anlayışta insan, göğün altında ezilen değil, göğe karşı görevli bir varlıktı.
Devlet kurma becerisi, Türklerin genetik bir refleksi gibiydi; çünkü Türkler devleti, fethedilen topraklar üzerinde yükselen bir tahakküm aracı olarak değil, düzeni koruyan bir emanet olarak görürdü ve bu yüzden devlet yıkıldığında bile, yerine yenisini kurma iradesi hiç kaybolmadı. Türk tarihinin en az konuşulan taraflarından biri de yenilgilerle kurulan bilgeliktir; Türkler yenildiğinde yok olmadı, geri çekildi, düşündü, dönüştü ve yeniden sahneye çıktı, çünkü Türk tarihi doğrusal bir zafer hikayesi değil, döngüsel bir diriliş anlatısıdır.
Osmanlı’yı anlamak için yalnızca saraylara değil, vakıflara bakmak gerekir; yolcuya yemek veren aşevleri, kimsesizi kollayan yapılar, hayvanlar için bile kurulan vakıflar, Türk devlet anlayışının yalnızca insan merkezli değil, hayat merkezli olduğunun göstergesidir. Türkler için güç, bağırarak gösterilmezdi; gerçek güç, düzen kurabilmekte, adil kalabilmekte ve gerektiğinde geri çekilebilmekteydi ve bu yüzden Türk tarihi, yalnızca kazananların değil, ölçüyü kaybetmeyenlerin tarihidir.
Bugün Türk tarihini okurken duyulan gurur, yalnızca geçmişin ihtişamından değil, bu geçmişin etik bir omurgaya dayanmış olmasından gelir; çünkü Türkler, tarih boyunca yalnızca kendileri için değil, birlikte yaşadıkları herkes için bir çerçeve oluşturmaya çalıştılar. Belki de bu yüzden Türk tarihi, bir milletin yükselişinden çok, bir duruşun sürekliliğidir; zaman değişir, coğrafya değişir, isimler değişir ama törenin özü, adalet fikri ve denge arayışı hep aynı kalır. Türkler tarihe hükmetmedi; Türkler, tarihin içinde dik yürümeyi bildi. Ve bu, çoğu fetih hikayesinden çok daha kalıcı bir izdir.