Türkiye'de Hukuk [ 07 Aralık 2025 ]


Türkiye'de Hukuk

Türkiye’deki hukuku uzun bir cümle içinde, tarafsız ve geniş perspektifle anlatmak gerekirse, şunu söylemek mümkündür: Türkiye’de hukuk sistemi, tarihsel mirasın ağırlığını, devletin güvenlik refleksini, toplumsal değişimin hızını ve bireyin hak taleplerini aynı potada eriten, teknik anlamda oldukça gelişmiş ve kurumsal olarak belirli ilkeler üzerine inşa edilmiş bir çerçeveye sahip olmasına rağmen, gündelik hayatta ortaya çıkan uygulama çeşitliliği, siyasal atmosferin dalgalanmaları, kamuoyunun yüksek beklentileri ve zaman zaman ortaya çıkan adalet duygusu kırılmaları nedeniyle sürekli tartışılan, sürekli gözlemlenen ve herkesin kendi deneyimi üzerinden değerlendirdiği bir alan hâline gelmiştir; bu nedenle, Türkiye’de hukuk, yalnızca kanun metinlerinden, mahkeme salonlarından ve resmi kurumlardan ibaret değildir, sokak sohbetlerinden televizyon tartışmalarına, sosyal medya söylentilerinden aile içi konuşmalara kadar pek çok yerde yeniden ve yeniden üretilen, toplumun vicdanıyla devletin kurumsal yapısı arasında gidip gelen dinamik bir olgudur.

Türkiye’de hukukun temel kuralları yazılıdır, anayasa en üst normdur, altında kanunlar, yönetmelikler ve içtihatlar bulunur, savunma hakkı güçlüdür, temyiz mekanizmaları işler, Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru yoluyla temel hakları koruma iddiasını taşır, ancak gerçek hayatta vatandaşın adalet algısı çoğu zaman süre, yargılama hızı, mahkeme yoğunluğu ve kararların istikrarına göre şekillenir; buna ek olarak, siyasal kutuplaşmanın yüksek olduğu dönemlerde hukuka yönelik güven duygusu da dalgalanır, çünkü insanlar sadece “ne karar verildiğine” değil, “neden öyle verildiğine” bakar ve bir karar hukuka uygun olsa bile adil olarak algılanmadığında toplumda gerginlik veya kırgınlık yaratabilir.

Türkiye’de hukuk sistemi, devlet geleneğinin uzun gölgesini taşır; tarih boyunca devletin bekası, bütünlüğü ve güvenliği ana öncelik olduğundan, hukuk da bu kültürün içinde gelişmiştir ve bu, bireyin hakları ile kamunun çıkarları arasında hassas bir denge gerektirir; bu dengenin kurulamadığı veya toplum tarafından böyle algılandığı durumlarda, hukuka yönelik tartışma büyür, çünkü Türkiye’de insanlar adalet kavramına sadece anayasal bir madde olarak değil, hayatın özüne dair bir gereklilik olarak bakar, bir davada hak kaybı yaşandığında konuşulacak konu yalnızca hukuki teknik değil, aynı zamanda insani duygudur.

Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de hukuk arayışı oldukça canlıdır; savunma mesleği güçlüdür, avukatlar kamusal alanda görünürdür, toplum yargıyı sürekli izler, eleştirir, talep eder, yani hukuk pasif bir yapı değil, yaşayan bir tartışmadır; modernleşme, küreselleşme, dijital suçlar, aile yapısındaki dönüşüm, ifade özgürlüğü, kadın ve çocuk hakları, nefret suçları gibi konular büyüdükçe, hukuk sistemi de zorunlu olarak kendini güncellemeye çalışır ve bu süreç bazen sancılı, bazen umut verici, bazen yavaş ama genel olarak kaçınılmazdır.

Sonuç olarak Türkiye’de hukuk, yalnızca normatif bir sistem değildir, toplumun ruhunu, devletin refleksini, bireyin beklentisini, medyanın algısını ve tarihsel hafızayı aynı anda taşıyan, hem koruyucu hem kırılgan, hem eleştirilen hem ihtiyaç duyulan bir yapıdır; belki de en doğru betimleme şudur: Türkiye’de hukuk, işleyen bir makine değil, sürekli ayar yapılan bir mekanizma, hatta bazen bütün parçaları yerinde olmasına rağmen toplumun gözünde hâlâ eminlik isteyen bir vicdan meselesidir.