Kadim tapınaklar yalnızca ibadet edilen yapılar değil, insan bilincini gündelik algıdan koparıp daha geniş bir farkındalık alanına taşıyacak şekilde tasarlanmış bilinç mimarileriydi; çünkü eski dünyada mekânın, insan zihni üzerinde pasif bir etkisi olmadığı, aksine doğru biçimde inşa edilmiş bir alanın, bilinci dönüştürebilecek aktif bir güç taşıdığına inanılırdı. Bu nedenle tapınaklara giriş, sıradan bir kapıdan geçmek gibi algılanmazdı; dar koridorlar, alçak tavanlar, yarı karanlık geçiş alanları ve yön değiştiren yollar, kişinin fiziksel hareketini yavaşlatırken zihinsel ritmini de bozar, böylece dış dünyanın alışılmış zaman algısı geride bırakılarak farklı bir bilinç hâline hazırlık başlatılırdı, çünkü beden yavaşladığında zihin de onu takip etmek zorunda kalırdı.
Tapınakların merkezine doğru ilerledikçe ışığın azalması ya da tek bir noktadan gelmesi, sesin yankılanarak çoğalması ve mekânın simetrik tekrarlar içermesi, zihnin mantık merkezini yormaya yönelik bilinçli tercihlerdi; bu mimari düzenlemeler, düşüncenin doğrusal akışını kırarak bilinci sembollerle düşünebilen bir düzleme çekmek için kullanılırdı ve bu noktada kişi farkında olmadan transa yakın bir algı durumuna geçmeye başlardı. Tapınak içindeki semboller bu sürecin en güçlü araçlarıydı; duvarlara kazınmış spiral motifler, daireler, üçgenler, göz figürleri, hayvan sembolleri ve tekrar eden geometrik desenler açıklanmak için değil, zihni tetiklemek için oradaydı, çünkü sembolün amacı bir anlam öğretmek değil, bilinci alışık olmadığı bir okuma biçimine zorlamaktı ve bu zorlanma, düşüncenin çözülmesini hızlandırırdı. Ritüel sırasında kullanılan sesler, davullar, tekdüze ilahiler ya da ayak sesleri, tapınağın akustiğiyle birleşerek zihnin iç ritmini dış ritimle senkronize eder, bu senkronizasyon mantıksal düşünceyi geri plana iterken sezgisel algıyı öne çıkarırdı; bu anlarda kişi hâlâ uyanık olurdu fakat artık gündelik benliğinin merkezinde değil, daha geniş bir gözlem alanında konumlanırdı.
Bilinç kayması bu noktada gerçekleşirdi; kişi bedenini hâlâ hissederken zamanın akışını seçemez, düşüncelerini izler ama onlara kapılmaz, imgeler zihnin önüne gelir fakat gerçeklik duygusu kaybolmaz, sadece yer değiştirirdi ve bu hâl, tapınağın sembolik diliyle temas kurabilen bir bilinç düzeyi olarak görülürdü. Tapınak ritüellerinde sembolik ölüm fikri de bu bilinç kaymasının doğal bir parçasıydı; kişinin eski kimliği, adı, toplumsal rolü ya da korkuları, tapınağın belirli bir noktasında sembolik olarak bırakılır, bazen karanlık bir odada tek başına bekleyerek, bazen yere uzanarak, bazen de gözleri kapalı bir sessizlik içinde kalarak bu çözülme süreci yaşanırdı, çünkü eski benlik çözülmeden yeni bir algı alanı açılmazdı.
Tapınaktan çıkış ise giriş kadar önemsenirdi; çoğu tapınakta çıkış yolu girişten farklıdır ve bu bilinçli bir tercihti, çünkü ritüelden çıkan kişinin artık aynı bilinçle geri dönmediği kabul edilir, bu yüzden fiziksel yön değişimiyle birlikte zihinsel bir yeniden hizalanma sağlanırdı ve kişi, dış dünyaya aynı yerden değil, farklı bir farkındalıkla adım atardı. Kadim dünyada tapınak, trans ve bilinç kayması arasındaki ilişki bir güç gösterisi değil, bir denge arayışıydı; amaç insanı gerçeklikten koparmak değil, gerçekliğin sandığından daha katmanlı olduğunu ona deneyimletmekti ve bu deneyim, kelimelerle değil, taşın sessizliği, sembollerin dili ve ritmin tekrarında açılan o derin iç alanla aktarılırdı.
Bu yüzden tapınaklar yıkılsa bile etkileri tamamen kaybolmaz; doğru inşa edilmiş bir kutsal mekân, yüzyıllar sonra bile içine giren insanda açıklayamadığı bir ağırlık, bir sessizlik ya da bir tanıdıklık hissi uyandırabilir, çünkü taş hafızayı unutmaz ve bir kez bilinçle temas etmiş semboller, zamanı aşan izler bırakır.