Avrupa’nın farklı coğrafyalarında, birbirinden bağımsız gibi görünen ancak derinlemesine incelendiğinde aynı zihinsel dünyaya açılan iki önemli arkeolojik gelişme, kadim toplumların yalnızca ekonomik sistemlerini değil, inanç biçimlerini, güç algılarını ve mekanla kurdukları sembolik ilişkiyi yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. İsviçre’de kutsal kabul edilen bir bataklık alanında ortaya çıkarılan ve yaklaşık 2300 yıl öncesine tarihlenen Kelt altın sikkeleri, ilk bakışta sıradan bir hazine buluntusu gibi algılansa da, uzmanlar bu paraların rastgele kaybedilmiş ya da gizlenmiş nesneler değil, bilinçli şekilde toprağa sunulmuş ritüel adaklar olabileceği ihtimali üzerinde duruyor; çünkü Kelt kültüründe bataklıklar, ne tamamen kara ne de suya ait olan, “iki dünya arasındaki eşik” olarak görülen kutsal alanlar olarak kabul ediliyordu.
Bu altın sikkelerin ekonomik değerinin yanı sıra sembolik bir anlam taşıması, Kelt toplumlarında paranın yalnızca bir alışveriş aracı olmadığını, aynı zamanda tanrılarla, atalarla ve görünmeyen güçlerle kurulan ilişkinin somut bir ifadesi olduğunu düşündürürken, bu durum erken Avrupa toplumlarında din, ekonomi ve siyasal otoritenin birbirinden ayrılmamış bütüncül bir yapı oluşturduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Araştırmacılar, sikkelerin düzenli aralıklarla ve belirli noktalara bırakılmış olmasının, bu alanın uzun yıllar boyunca tekrar tekrar ziyaret edildiğini ve toplumsal hafızada özel bir yere sahip olduğunu gösterdiğini belirtirken, bu keşif Keltlerin doğayla kurduğu kutsal bağın yalnızca sözlü anlatılarla değil, maddi kültür üzerinden de izlenebildiğini kanıtlıyor.
Öte yandan Avrupa’nın güneydoğusunda, Hırvatistan’da yaşanan gelişme, arkeolojinin yalnızca kazı alanlarında değil, bazen karanlık piyasalarda başlayan bir yolculukla da tarih yazabildiğini ortaya koyuyor; bir üniversite araştırmacısının siyah piyasada dolaşıma girmiş çalıntı antik paraların izini sürmesiyle başlayan süreç, zamanla bu nesnelerin ait olduğu coğrafyaya ulaşılmasını sağlamış ve yapılan detaylı incelemeler, araştırmacıları yaklaşık 3200 yıllık, uzun süre kullanılmış bir taş kale yerleşimine yönlendirmiştir. Bu kale kalıntıları, Balkanlar’da Tunç Çağı sonları ile Demir Çağı başlarına uzanan dönemde, sanılandan çok daha örgütlü, savunma bilinci gelişmiş ve bölgesel güç dengelerini gözeten toplumların varlığına işaret ederken, kalenin yalnızca askeri bir yapı değil, aynı zamanda ticaret yollarını denetleyen, ritüel ve yönetim işlevlerini bir arada barındıran çok katmanlı bir merkez olabileceği ihtimalini de güçlendiriyor.
Araştırmacılar, kalenin uzun süreli kullanılmış olmasının, bölgenin istikrarlı bir nüfus barındırdığını ve toplumsal hafızanın kuşaklar boyunca aynı mekâna bağlandığını gösterdiğini vurgularken, bu durum Balkan tarihine dair “dağınık ve geç örgütlenen toplumlar” algısını ciddi biçimde sarsıyor. İsviçre’de bataklığa bırakılan altınlar ile Hırvatistan’da taş duvarlar arasında ilk bakışta bir bağ kurulamayabilir; ancak her iki buluntu da, Avrupa’nın kadim halklarının gücü yalnızca sahip olmakla değil, bırakmakla ve korumakla da tanımladığını gösteriyor; biri tanrılara sunulan zenginlik, diğeri toplumu çevreleyen taş hafıza olarak karşımıza çıkıyor.
Bu iki keşif birlikte değerlendirildiğinde, Avrupa tarihinin erken dönemlerinin sanıldığından çok daha bilinçli, sembolik ve örgütlü yapılar üzerine kurulu olduğu ortaya çıkarken, altın ve taşın yalnızca maddi değil, zihinsel ve kültürel birer araç olarak kullanıldığı bir dünyaya kapı aralanıyor. Arkeoloji, bu bulgularla birlikte bir kez daha şunu hatırlatıyor: Toprak, yalnızca geçmişi saklamaz; insanlığın unuttuğu düşünme biçimlerini, inanç katmanlarını ve sessiz anlaşmalarını da yüzyıllar boyunca korur.
Kaynak:https://www.livescience.com/archaeology