İnsan zihni, belirsizlikle baş edemediği her dönemde bir şeye tutunma ihtiyacı hisseder ve bu tutunma ihtiyacı çoğu zaman “kutsal” olarak adlandırılan kavramların etrafında şekillenir; çünkü kutsal olan, sorgulanmaması gereken, dokunulmaz ve çoğu zaman masum kabul edilen bir alan gibi sunulur, oysa tam da bu dokunulmazlık hali, kutsalın şifadan çok baskı üretmeye başladığı noktayı görünmez kılar. Kutsallık, tarih boyunca insanlara anlam vermiştir ama aynı zamanda onları susturmuş, bastırmış ve kendi iç seslerinden uzaklaştırmıştır; bir şey “kutsal” ilan edildiği anda, onun yarattığı etki artık hissedilenle değil, inanılması gerekenle ölçülmeye başlanır ve bu geçiş, şifanın doğasını kökten değiştirir çünkü şifa, dayatmayla değil temasla mümkün olur. Spiritüel alanlarda sıkça karşılaştığımız “kutsal bilgi”, “kutsal ritüel”, “kutsal söz” kavramları, ilk bakışta insanı iyileştiren bir çerçeve sunuyor gibi görünse de, çoğu zaman bireyin kendi deneyimini değersizleştirerek, dışarıdan verilen bir anlam sistemine boyun eğmesini talep eder; bu noktada insan, iyileştiğini sanırken aslında yalnızca uyum sağlamayı öğrenir. Psikolojik açıdan bakıldığında, kutsallık atfedilen her yapı, bireyin eleştirel düşünme refleksini askıya alma eğilimini güçlendirir; çünkü kutsalı sorgulamak, yalnızca bir inancı değil, o inançla kurulan kimliği de tehdit eder ve insan zihni, kimliğini tehdit eden sorulardan kaçmak için çoğu zaman rahatsız edici gerçekleri “şifa” etiketiyle paketler.
Oysa gerçek şifa, her zaman konforlu değildir; bazen rahatsız eder, bazen can acıtır, bazen insanı yıllardır kaçtığı duygularla yüzleştirir ve tam da bu yüzden kutsal olarak sunulan birçok uygulama, insanı iyileştirmekten çok sakinleştirir, uyuşturur ve geçici bir rahatlama hissi vererek derin yaraları görünmez kılar. “Kutsal” sıfatı, bazı ritüelleri, sembolleri ya da öğretileri eleştiriden muaf hale getirdiğinde, şifa söylemi yerini yavaş yavaş kontrol mekanizmalarına bırakır; çünkü insan, acı çektiğinde sorgulamak yerine teslim olmayı öğrenirse, bu teslimiyet zamanla erdem gibi sunulur ve birey, kendi sınırlarını korumayı bencillik sanmaya başlar. Spiritüel pratiklerin bir kısmı, gerçekten dönüştürücü olabilirken, bir kısmı da yalnızca insanın acısıyla arasına mesafe koymasına hizmet eder; burada belirleyici olan şey, uygulamanın ne kadar “kutsal” olduğu değil, bireyin o uygulamayla kurduğu ilişkinin ne kadar dürüst olduğudur çünkü şifa, kutsallıktan değil, yüzleşmeden doğar. Kutsal olan her şeyin şifalı olduğu inancı, aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getirir: İnsan, zarar gördüğü bir deneyimi bile “ben henüz anlamadım” diyerek kutsallaştırabilir ve bu kutsallaştırma, travmanın adını koymak yerine onu yüceltmenin ince bir yolu haline gelir; böylece acı, iyileşmesi gereken bir gerçeklik olmaktan çıkar, sabırla taşınması gereken bir sınava dönüşür.
Gerçek şifa, çoğu zaman sessizdir, gösterişli değildir, ritüellere ihtiyaç duymaz ve insanı “daha iyi biri” yapma iddiası taşımaz; aksine insanı daha dürüst, daha çıplak ve bazen daha kırılgan hale getirir ve bu kırılganlık, kutsal anlatıların çoğunda yeterince yer bulmaz çünkü kırılganlık, kontrol edilemezdir. Bu yüzden sorulması gereken asıl soru, “Bu kutsal mı?” değildir; asıl soru şudur: “Bu beni gerçekten iyileştiriyor mu, yoksa yalnızca acımı anlamlandırmamı mı erteliyor?” Her kutsal şifa vermez, bazı kutsallar yalnızca susturur; bazıları yarayı kapatmaz, üstünü örter; bazıları insanı yükseltmez, sadece gerçeklikten uzaklaştırır ve belki de en büyük spiritüel olgunluk, her ışığın peşinden gitmemek, her kutsalı kabul etmemek ve insanın kendi iç karanlığını bile kutsallaştırmadan olduğu gibi görebilmesidir. Çünkü şifa, kutsal olanda değil, dürüst olanda başlar.