DNA’nın Gizli Fotoğrafçısı
Bilim tarihinde bazı kadınlar vardır ki hak ettikleri sahne ışığına hiçbir zaman tam olarak çıkamazlar; ama onların sessiz çalışmaları, insanlığın kaderini değiştiren büyük dönüşümlerin temelini oluşturur. Rosalind Franklin, moleküler biyolojinin doğuşunu mümkün kılan o unutulmaz fotoğrafı çeken, DNA’nın çoğu insana sıradan görünen yapısını evrenin iç içe geçmiş bir dili gibi okuyan olağanüstü bir bilim kadınıydı. Onun laboratuvar sessizliğinde çekilmiş bir fotoğrafı, insanlık tarihinin en derin sorularından birine yanıt veriyordu: Yaşamın kodu nasıl yazılmıştır? Franklin, doğanın düzenini anlamak için X ışını kırınımını bir büyüteç gibi kullanıyordu; moleküllerin kristal yapılarında sakladığı titreşimleri, ışığın gizemli desenlerine dönüştürerek okudu. DNA üzerine çalışırken elde ettiği meşhur Fotoğraf 51, iki ince siyah çizgiyle işaretlenen o zarif heliksin ipuçlarını taşıyordu. Bugün her öğrenci tarafından bilinen çift sarmal modeli, aslında Franklin’in o görüntüsünde kelimelerden önce var olmuş bir gerçekti. Bu fotoğraf, moleküler yapının adeta iç çekişini yakalayan bir an, yaşamın mimarisini görünür kılan bir pencereydi.
Fakat bilimsel hırsların keskin olduğu o dönemde Franklin’in emeği yeterince korunmadı. Fotoğrafı onun izni olmadan Watson ve Crick’e gösterildi; onlar bu görüntünün sağladığı kritik verilerle DNA modelini tamamladılar ve Nobel Ödülü’nü alarak tarihe geçtiler. Oysa o modelin matematiksel dengesi, heliksin düzgün kıvrımı, baz çiftlerinin hizalanışı hep Franklin’in titiz ölçümlerinin üzerine kuruluydu. Bazen bilimin en sessiz odalarında üretilen değer, tarihin en gürültülü alkışları arasında kaybolur; Franklin’in hikayesi bu paradoksun acı bir örneğidir. Franklin, yalnız DNA ile değil, virüslerle ve karbon yapılarıyla da çalıştı; özellikle tütün mozaik virüsünün simetrisini açıklayarak biyolojinin sınırlarını genişletti. Çalışmalarında kullandığı yöntemler, bugün nanoteknolojinin ve yapısal biyolojinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Moleküllerin üç boyutlu doğasını çözme konusundaki ustalığı, ona farkında bile olmadan geleceğin bilimsel dili diyebileceğimiz bir bakış açısı kazandırdı.
Ne var ki Franklin’in hayatı trajik bir şekilde kısa sürdü; 37 yaşında hayata veda ettiğinde, bilim dünyası henüz onun dehasının tüm boyutlarını anlamamıştı. O, adını tarihe altın harflerle yazdırmak için değil, gerçekliğin dokusunda gizlenen düzeni görmek için yaşayan bir araştırmacıydı. Gerçek bir bilim insanının kalbi gibi, onun kalbi de hakikat için atıyordu; takdir edilmek için değil. Bugün laboratuvarlarda kullanılan her X ışını kristalografisi cihazı, her DNA modeli, her genetik analiz, Franklin’in sessizce attığı adımların yankısıdır. O fotoğrafı çektiğinde yaşamın kendisi ona bakıyordu; şimdi biz yaşamı her okuduğumuzda aslında Franklin’in gözleriyle bakıyoruz.