İnsan, dışarıdaki dünyanın karmaşasından çok kendi içindeki yankıların altında ezilir. Bu sertlik, çoğu zaman başkalarının bize söylediklerinden daha keskin, toplumun dayattıklarından daha sabit, hayatın karşısına çıkardıkları kadar yorucu değildir; çünkü insan, en büyük savaşı dışarıda değil, kendi içinde verir. Kendimize bu kadar sert davranmamızın kökeni de tam burada gizlidir: İçimizdeki kırılgan benliği koruma çabasının zamanla bir zırha dönüşmesi ve o zırhın bizi dışarıdan korurken içeriden sıkıştırması. Çocukluk döneminde duyduğumuz cümleler, hiç fark etmeden bir iç yasa haline gelir. Bir yetişkinin gelişigüzel söylediği “daha iyisini yapabilirdin” cümlesi, bir öğretmenin dudaklarından dökülen “çalışırsan ancak değer kazanırsın” mesajı, bir aile büyüğünün tekrarladığı “başkaları ne düşünür?” uyarısı yıllar sonra içimizin en karanlık köşesinde yankılanmaya devam eder. Zihin büyür, hayat değişir, roller çoğalır ama bu eski talimatlar hiç eskimez; onlar, içsel yargıcın kalbine yazılmış sessiz yasalar gibidir.
Kendimize sert davranmak bazen kontrol yanılsamasının bir sonucudur. İnsan, kendine ne kadar yüksek sınırlar koyarsa hayatın tehlikelerini o kadar kolay yönetebileceğini sanır. Sanki kendini eleştirerek gelecekteki acılardan korunacak, hata yapmayarak reddedilmekten kaçınacak, duygularını bastırarak yaralanmayacaktır. Fakat zaman içinde bu sertlik, insanın en doğal yanlarını bile tehdit gören bir mekanizma haline getirir; sevinci bile sorgulatan, başarıyı küçülten, iyiliği hak etmediğine inandıran bir yapıya dönüşür. Bir diğer neden, insanın kendine karşı taşıdığı görünmez sadakattir. Kişi, çocuklukta sevgi elde etmek için geliştirdiği davranışları yıllar sonra bile tekrarlamak ister. Eğer sevgi çalışarak alınmışsa yetişkinlikte de sürekli üretmek zorunda hisseder. Eğer kabul görmek için sessiz kalmak gerekmişse yetişkinlikte de kendi duygularını bastırır. Bu sadakat fark edilmediğinde, insan kendi geçmişinin zincirlerini karakter sanır ve kendine sert davranmayı bir görev gibi yüklenir.
Toplumsal yapı da insanın kendine karşı keskinleşmesine katkıda bulunur. Rekabeti başarıyla eşitleyen bir kültürde, insan dinlenmeyi bile suçlulukla görür. Herkesin sürekli ilerlediği söylentisi, kişinin yerinde durmasını bir başarısızlık gibi hissettirir. Sosyal medya, başkalarının parlatılmış anlarını ölçü olarak sunar; kişi kendi gerçekliğini onların vitriniyle kıyasladıkça kendine yönelen eleştiri artar. Böylece içsel yargıç, toplumun görünmeyen temsilcisine dönüşür; insan, kendini eleştirirken aslında sosyalleşmiş beklentilerin kopyasını seslendirmiş olur. En temel nedenlerden biri de korkudur. Yanlış anlaşılma korkusu, başarısızlık korkusu, terk edilme korkusu, yeterli olamama korkusu… Bu korkular insanın zihnine temas ettiğinde sertlik bir savunma duvarı olarak yükselir. İnsan düşünür: “Eğer kendimi eleştirirsem kimse beni eleştiremez.” Fakat bu mantık, uzun vadede en büyük zararı verir; çünkü insan kendini koruduğunu sanırken kendi benliğine sürekli küçük darbeler indirir.
Yine de tüm bu sertliğin altında daha derin bir gerçek yatıyor: İnsan, kendine karşı yumuşak olmayı çoğu zaman bilmez. Çünkü yumuşaklık, güçsüzlükle karıştırılır. Oysa yumuşaklık kırılganlığı kabul edebilmenin olgun halidir. İnsan kendine karşı şefkatli olduğunda yenik düşmez; bilakis, içindeki yargıcı eğitmeye başlar. Sertlik savunma yaratırken, şefkat dönüşüm yaratır. Kendimize bu kadar sert davranmamız, aslında kendimizi en çok korumaya çalıştığımız yerden gelir. Fakat kendi içindeki yargıcı fark eden kişi, onun sesinin kendi öz değerini temsil etmediğini anladığında değişim başlar. O sertlik duvarları çözülür, insan kendi yanında durmayı öğrenir ve o zaman hayat başka bir ritim kazanır. Çünkü insan, kendine karşı yumuşadığında dünyanın sertliği bile daha az zarar verir.