Yılanlı Sütun, bugün Sultanahmet Meydanı’nda sessiz ve eksik bir bedenle yükseliyor gibi görünse de, aslında binlerce yıllık bir hafızayı, zaferle korku arasındaki ince çizgiyi ve insanlığın görünmeyen tehditlere karşı geliştirdiği sembolik savunma refleksini taşıyan, İstanbul’un en eski ve en derin anlamlı anıtlarından biridir; kökeni MÖ 5. yüzyıla uzanan bu sütun, Pers İmparatorluğu’na karşı kazanılan Plataia Zaferi’nin ardından, Antik Yunan şehir devletlerinin ortak bir şükran nişanesi olarak Delfi’deki Apollon Tapınağı’na dikilmiş, üç bronz yılanın birbirine dolanan gövdeleriyle hem tanrılara adanmış bir adak, hem de kaosun ve yıkımın kontrol altına alınışının simgesi haline gelmiştir. Üç yılan figürünün bir arada yükselmesi, Antik dünyada yalnızca fiziksel tehlikelere değil, salgın hastalıklara, felaketlere ve tanrısal gazaba karşı da bir tür koruyucu mühür olarak algılanmış, bu nedenle sütun, kutsal alanın merkezinde yer alarak görünmeyen kötülüklerin tapınağa ve insanlara yaklaşmasını engelleyen sembolik bir bekçi işlevi görmüştür; yılanın hem ölüm hem de şifa ile ilişkilendirildiği kadim inanç sistemi içinde, bu sütun adeta “kontrollü tehlike” fikrini taşa ve metale dönüştüren bir anlatı olarak okunabilir.
Roma İmparatoru Konstantin’in başkenti Byzantion’a taşıma kararıyla birlikte, Yılanlı Sütun da Delfi’den sökülerek yeni Roma’nın kalbine getirilmiş, Hipodrom’un tam merkezine yerleştirilerek yalnızca antik bir zafer anıtı değil, aynı zamanda imparatorluğun kaderini koruyan bir tılsım olarak yeniden anlamlandırılmıştır; Bizans döneminde sütunun şehri yılanlardan, zehirli hayvanlardan, salgın hastalıklardan ve ani felaketlerden koruduğuna inanılmış, bu inanç o kadar güçlü olmuştur ki, sütuna zarar vermenin İstanbul’un yazgısıyla oynamak anlamına geldiği düşünülmüştür. Zaman içinde yılan başlarının kırılması ve kaybolması ise halk hafızasında sıradan bir tahribat olarak değil, koruyucu gücün zayıflaması şeklinde yorumlanmış, özellikle salgınlar, büyük yangınlar ve toplumsal çalkantılar sırasında bu kırık başlar tekrar tekrar hatırlanmış, anlatılarda adeta görünmez bir alarm işlevi üstlenmiştir; Osmanlı döneminde dahi bu inanç bütünüyle kaybolmamış, sütunun “tılsımlı” doğası kabul edilmiş, yalnızca dini değil, kozmik bir denge unsuru olarak görülmeye devam edilmiştir.
Bugün Yılanlı Sütun’un yalnızca burgu şeklindeki gövdesi ayakta olsa da, bu eksik beden onun anlamını zayıflatmaz, aksine insanlığın zaman karşısındaki kırılganlığını ve sembollere yüklediği derin anlamı daha da görünür kılar; çünkü Yılanlı Sütun, bir anıttan çok, medeniyetlerin korkularını, umutlarını ve görünmeyen tehditlerle baş etme çabasını yüzyıllar boyunca taşıyan sessiz bir anlatıcıdır ve İstanbul’un taş hafızasında, hala fısıltıyla konuşmaya devam eder.