İstanbul’un tam merkezinde, günün her saatinde insanların aceleyle yanından geçtiği, çoğu zaman yalnızca bir buluşma noktası ya da sıradan bir meydan unsuru gibi algılanan Çemberlitaş . Konstantin Sütunu, aslında şehrin görünmeyen omurgalarından biri olarak, yaklaşık bin yedi yüz yıldır ayakta duran ve İstanbul’un kaderine sessizce tanıklık eden en eski taş hafızalardan biridir; MS 330 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından, Byzantion’un artık sıradan bir şehir değil, imparatorluğun yeni kalbi olan Konstantinopolis ilan edildiği dönemde diktirilen bu sütun, yalnızca bir anıt değil, yeni bir çağın başlangıcını işaret eden sembolik bir mühür niteliği taşımaktadır. Sütunun inşa edildiği dönemde Roma dünyası köklü bir dönüşüm içindeyken, pagan inançlar ile yükselen Hristiyanlık arasında hassas bir denge kurulmaya çalışılıyor, imparatorluk hem dünyevi hem de ilahi bir meşruiyet arayışı içindeydi; bu nedenle Konstantin Sütunu’nun tepesine yerleştirilen heykelin, imparatoru güneş tanrısı Apollon’un özellikleriyle betimlemesi tesadüf değildi, çünkü bu figür bir yandan eski Roma inançlarına göz kırparken, diğer yandan yeni başkentin Tanrısal bir koruma altında olduğu mesajını hem halka hem de dış dünyaya güçlü bir şekilde ilan ediyordu.
Zaman içinde depremlerle sarsılan, yangınlarla kararan ve yıldırımların hedefi olan sütun, özellikle Bizans’ın çalkantılı yüzyıllarında defalarca zarar görmüş, fakat her seferinde tamamen yıkılmak yerine onarılmayı tercih eden bir iradeyle ayakta tutulmuş, çevresine eklenen demir kuşaklar sayesinde hem fiziksel olarak güçlendirilmiş hem de halkın dilinde yeni bir isim kazanarak “Çemberlitaş” olarak anılmaya başlanmıştır; bu halkalar, yalnızca mimari bir önlem değil, aynı zamanda zamanın izlerini taşıyan birer yara izi gibi, sütunun yaşadığı felaketleri görünür kılan sessiz tanıklardır. Bizans döneminde Konstantin Sütunu’nun anlamı yalnızca tarihsel bir anıt olmakla sınırlı kalmamış, halk anlatıları ve inanç sistemleri içinde giderek mistik bir kimlik kazanmış, İstanbul’u depremlerden, salgınlardan ve düşman saldırılarından koruduğuna inanılan tılsımlı yapılar arasında sayılmıştır; Evliya Çelebi’nin anlatılarında ve çeşitli Orta Çağ kaynaklarında, sütunun altına kutsal emanetlerin, Hz. İsa’ya ait olduğu iddia edilen çivilerin ya da şehri kötülüklerden koruyacak sembollerin gömüldüğüne dair rivayetler yer almış, her ne kadar bu iddialar tarihsel olarak kanıtlanamamış olsa da, İstanbul halkının bu sütuna sıradan bir taş yapıdan çok daha fazla anlam yüklediğini açıkça göstermiştir.
Osmanlı dönemine gelindiğinde ise Konstantin Sütunu, fethedilen bir şehrin geçmişini silme arzusundan ziyade, onun kadim kimliğini kabullenmenin ve sürekliliğini korumanın bir göstergesi olarak varlığını sürdürmüş, yıkılmamış, dönüştürülmemiş, yalnızca zamana karşı direnmeye devam etmesine izin verilmiştir; bu tavır, İstanbul’un Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan çok katmanlı yapısının en sade ama en güçlü sembollerinden biri olarak Çemberlitaş’ı günümüze taşımıştır. Bugün modern İstanbul’un karmaşası içinde, alışveriş merkezleri, tramvay sesleri ve kalabalık caddeler arasında hala ayakta duran Konstantin Sütunu, çoğu insan için fark edilmeden geçilen bir yapı gibi görünse de, aslında bir başkentin doğuşuna tanıklık etmiş, imparatorlukların ideallerini sırtında taşımış ve yüzyıllar boyunca şehrin hem fiziksel hem de sembolik merkezlerinden biri olmayı sürdürmüş nadir yapılardan biridir; çünkü bu sütun, yalnızca taş ve metalden oluşan bir anıt değil, İstanbul’un değişmeyen ruhunun, zamanla aşınsa da yok olmayan hafızasının ve her Çağda yeniden yorumlanan kaderinin sessiz ama güçlü bir ifadesidir.
Fotoğraf; wikimedia