Antik Mısır’ın insan emeğini, matematiksel bilgiyi ve ölüm ötesi inancını tek bir mimari düşüncede birleştirdiği, zamanın bile aşındırmakta zorlandığı bir uygarlık evresidir; çünkü bu dönemde piramitler, yalnızca firavunlar için inşa edilmiş görkemli mezarlar değil, evrenin düzenini yeryüzünde sabitleme girişimi, yani kozmik sürekliliğin taşa kazınmış hali olarak tasarlanmıştır. MÖ yaklaşık 2686–2181 yılları arasını kapsayan Eski Krallık döneminde firavun, artık yalnızca tanrılarla ilişki kuran bir aracı değil, doğrudan ilahi bir varlık olarak kabul edilmiş ve bu inanç, onun ölümden sonra da tanrılarla birlikte gökyüzünde varlığını sürdüreceği fikrini güçlendirmiştir; piramitler bu nedenle, firavunun ruhunun göğe yükselmesini sağlayacak kutsal merdivenler gibi düşünülmüş, şekilleriyle güneş ışığını, yönelimleriyle yıldızları, oranlarıyla ise evrensel düzeni temsil etmiştir.
Bu çağda mimari, ilk kez bu ölçekte bir matematik ve organizasyon gerektirmiş; taş ocaklarından çıkarılan devasa bloklar, Nil üzerinden taşınmış, binlerce işçi, zanaatkar ve rahip, yalnızca fiziksel bir yapı değil, kutsal bir düzen inşa ettiklerinin bilinciyle çalışmış ve bu kolektif emek, Mısır devletinin gücünü ve merkezi yapısını görünür kılmıştır. Gize Platosu’nda yükselen Keops, Kefren ve Mikerinos piramitleri, Eski Krallık’ın en somut simgeleri olmakla birlikte, bu yapıların asıl çarpıcılığı boyutlarında değil, mükemmele yakın hizalanmalarında ve astronomik doğruluklarında saklıdır; çünkü piramitlerin kenarları neredeyse kusursuz biçimde dört ana yöne bakacak şekilde konumlandırılmış, iç geçitler ve odalar, firavunun ruhunun belirli yıldızlarla ilişkilendirilmesini sağlayacak sembolik güzergahlar olarak tasarlanmıştır.
Eski Krallık’ta ölüm anlayışı, korkudan çok süreklilik fikrine dayanır; mumyalama geleneği, bedenin ruh için vazgeçilmez bir araç olduğu inancıyla geliştirilmiş, mezarlara bırakılan eşyalar, yiyecekler ve yazıtlar, firavunun öte dünyadaki yaşamının da bu dünyadaki düzenin bir devamı olacağı düşüncesini yansıtmıştır ve bu anlayış, Mısır toplumunun tamamına yayılan güçlü bir ölüm kültürü yaratmıştır. Piramitlerin çevresinde yer alan tapınaklar, geçit yolları ve rahip yerleşimleri, bu yapıların tek başına duran anıtlar olmadığını, aksine yaşayan bir kutsal kompleksin parçası olduklarını gösterir; çünkü piramit, firavunun ölümüyle işlevini yitiren bir yapı değil, ölümden sonra da ritüellerle “canlı” tutulan bir merkez olarak düşünülmüştür.
Eski Krallık’ın sonlarına doğru merkezi otoritenin zayıflaması ve ekonomik baskıların artması, bu devasa projelerin sürdürülemez hale gelmesine yol açmış olsa da, Piramitler Çağı’nda ortaya konan düşünce, Mısır tarihinin geri kalanını şekillendirmiş; firavunluk, kutsallık ve ölümsüzlük kavramları, artık geri dönülmez biçimde Mısır uygarlığının temel taşları haline gelmiştir. Sonuç olarak Eski Krallık, insanın ölümü inkar etmek yerine onu mimariyle düzenlemeye çalıştığı, zamanın karşısına taşla çıktığı bir dönemdir ve bugün hala Nil kıyısında yükselen her piramit, binlerce yıl öncesinden gelen tek bir cümleyi fısıldar: Geçici olan insan olabilir, ama düzen sonsuz olmak zorundadır.