Evrenin Frekansı, Kalbin ve Ruhun Tınısında Saklıdır.
İnsanın en büyük yanılgılarından biri, yalnızca gördüğüne inanması gerektiğini sanmasıdır; oysa göz, hakikatin tamamını değil, sadece dar bir aralığını gösteren sınırlı bir araçtır ve biz çoğu zaman bu dar aralığı “tek gerçek” ilan edip, geri kalan tüm olasılıkları kendi ellerimizle yok sayarız. Gözün görmediği, kulakların duymadığı, elde tutulamayan her şey “yokmuş” gibi davranılır; fakat bu yokluk, gerçeğin değil, insan algısının yetersizliğinin bir sonucudur. Bugün biliyoruz ki, evrende olan biten her şeyin ortak dili titreşimdir; maddeden sese, ışıktan duyguya kadar her şey belirli bir frekansta titreşir ve biz, kendi frekans aralığımız neye uyumluysa onu algılayabilir, onu “var” kabul edebiliriz. Bir radyo frekansına ayarlı gibiyiz: Hangi dalga boyuna kendimizi ayarladıysak, o istasyonu duyar, diğer tüm istasyonların yayında olduğunu bildiğimiz halde sesini işitemeyiz; bu, diğer frekansların yok olduğu anlamına gelmez, sadece bizim o anda onlarla rezonansa giremediğimizi gösterir.
İnsan zihni de böyledir; inançlarımız, korkularımız, travmalarımız, bize öğretilen doğrular ve yanlışlar kendi içimizde bir “frekans filtresi” oluşturur, bu filtreyle uyuşmayan her deneyim, her bilgi, her olasılık, daha bize dokunamadan reddedilir. “Böyle bir şey olamaz.” cümlesi çoğu zaman gerçek bir mantık süzgecinden değil, titreşimi alışık olduğumuz alanın dışına çıkan her şeyi tehlike gibi algılayan içsel bir savunma mekanizmasından doğar. Çünkü bilinç, tanımadığı alana geçmek istemez; tanıdık olan güvenlidir, yeni olan ise konfor alanını tehdit eder. Görmediğini reddetmek, aslında “benim algı sınırlarım evrenin sınırlarıdır” demektir ve bu cümle, farkında olmadan insanı evrenin merkezine koyan gizli bir kibir taşır. Oysa biz henüz kendi zihnimizin derinliğini tam olarak çözememişken, kalbinin neden bazı insanlara sebepsizce çekildiğini, bazı mekanlarda niçin huzursuz olduğunu, tanımadığı bir kokunun neden bir anda çocukluğunu hatırlattığını bile tam açıklayamamışken, “görmüyorum, öyleyse yok” demek, gerçeği değil, kendi darlığımızı hüküm makamına oturtmaktır.
Gerçek gözle değil, titreşimle algılanır derken kastedilen, her şeyin özünde bir enerji imzası taşıdığı ve insanın, sözcüklerden önce bu imzayı hissettiğidir. Bir ortama girdiğinde, insanlar tek kelime etmeden havadaki gerilimi ya da yumuşaklığı sezmen, bir insana bakınca onun iyi niyetli mi yoksa tehlikeli mi olduğunu içten içe hissetmen, bir karar anında içindeki küçük sesin sana “burada bir şey var, dikkat et” diye fısıldaması, aslında gözden önce titreşimi okuyan bir bilincin işaretleridir. Biz buna kimi zaman sezgi, kimi zaman altıncı his, kimi zaman kalp gözü deriz; isimler değişir ama işlev aynı kalır: Gözün sınırlı alanını genişletmek. İnsan sadece beden değildir; düşünceleri, duyguları, inançları, hatıraları ve hayalleriyle birlikte çok katmanlı bir varlıktır ve bu katmanların her biri farklı frekanslarda titreşir. Sürekli kaygı duyan birinin bedeni gergin, nefesi yüzeysel, sesi kesik kesik olur; çünkü titreşimi korkuyla sıkışmıştır. İçsel huzuruyla uyumlu yaşayan birinin bakışı yumuşak, bedeni esnek, sesi sakindir; çünkü titreşimi akıştadır. İşte tam da bu yüzden, her insan girdiği ortama kendi frekansını taşır ve o ortamda bulunan diğer zihinlerle, kalplerle görünmez bir etkileşim içine girer. Bazen sadece bir kişinin iç sıkıntısı tüm mekanın enerjisini ağırlaştırır, bazen de tek bir insanın gülüşü odanın havasını değiştirecek kadar güçlü bir titreşim yaratır.
Görmediğini reddetmemek, her anlatılanı sorgulamadan kabul etmek anlamına gelmez; aksine daha derin bir farkındalıkla bakmak, “Ben şu an neyi göremiyor olabilirim?” sorusunu sormayı gerektirir. Bu soru, insanı saflığa değil bilge bir şüpheye taşır. Bilge şüphe, her şeyi yıkıp atan, reddeden şüphe değil; aksine kapıları kapatmak yerine aralık bırakan bir meraktır. “Evet, gözüm şu an bunu görmüyor olabilir; ama belki henüz o frekansa ayarlı değilim, belki bilgim eksik, belki deneyimim yetersiz.” diyebilmek, insanı içsel olarak büyüten bir alçakgönüllülüktür. Titreşimle algılamayı kabul ettiğin anda hayat, yalnızca somut nesnelerin bir araya geldiği mekanik bir düzen olmaktan çıkar, anlam katmanları açılmaya başlar. Bir anda, karşılaştığın insanların “tesadüfen” hayatına girmediğini, bazı olayların seni bir şeye hazırladığını, bazı tekrar eden durumların aslında çözülmeyi bekleyen bir ders gibi karşına çıktığını fark edersin. Klasik zihin, bunları “romantik yorumlar” diye küçümseyebilir; fakat içten içe bilirsin ki, yaşamın sana gösterdiği küçük işaretler, gün içinde defalarca hissettiğin ama açıklayamadığın o “iç titreşimler”, düz mantığın hesabına sığmayacak kadar ince bir örgüye sahiptir.
İnsan, frekansını neye göre ayarlarsa gerçeği de ona göre deneyimler. Sürekli korku haberleri izleyen, sürekli felaket senaryoları düşünen birinin iç titreşimi, dünyanın tehlikeli, insanların güvensiz, geleceğin karanlık olduğuna inanacak şekilde şekillenir; çevresinde güzel şeyler de olsa onları ya görmez ya da görse bile önemsemez. Buna karşılık, kör iyimserlikten bahsetmeden, hayatın zorluğunu inkar etmeden bile olsa anlamı ve güzelliği arayan bir zihin, aynı dünyada çok daha farklı sahnelerle karşılaşır, çünkü algı süzgecini umut, merak ve öğrenme üzerine ayarlamıştır. İkisi de aynı dünyada yaşar ama farklı evrenler deneyimler; fark, gözde değil, titreşimde saklıdır. Bu yüzden, görmediğini reddetmek yerine, “şu an algılayamadığım başka katmanlar da olabilir” demek, insanı zayıflatmaz, aksine güçlendirir. Çünkü bu cümle, seni tek doğrunun mutlak sahibi olmak zorunluluğundan kurtarır, merak alanı açar, zihnini esnetir, kalbini yumuşatır. Her şeyi bilme zorunluluğu, insanı içten içe çok yorar; oysa bilmediğini kabul etmek, bilginin önünü açan en dürüst titreşimdir.
Gerçek, daima objektif bir formda tek noktada durmak zorunda değildir; bazen bir bilimsel deneyde, bazen bir rüyanın sembolünde, bazen bir çocuğun basit bir cümlesinde, bazen bir kaybedişin ardından oluşan sessizlikte kendini gösterir. Bunların ortak yanı, aynı frekans alanında buluşmalarıdır. Sen kendi titreşimini ne kadar arındırır, ne kadar farkındalıkla yaşarsan, bu işaretleri o kadar net algılarsın. İçindeki gürültü azaldıkça, dışarıdaki ince sesleri duyabilirsin; kalbindeki karmaşa sakinleştikçe, evrenin sana ne söylemek istediğini daha berrak hissedersin.
Sonuçta mesele şudur: Gözün, zihnin ve egon bir araya gelip sana “yok” dediğinde bile, kalbinin içinde hafif bir titreşim “var” diyorsa, o sesi tamamen susturma. Belki bu titreşim, senin henüz adını koyamadığın bir hakikatin habercisidir. Belki de senin için yeni bir kapının eşiğidir. Görmediğini reddetme; çünkü sen sadece etten kemikten ibaret değilsin. Sen, gördüğünden daha fazlasını hissedebilen, duyduğundan daha fazlasını sezebilen, kelimelerin ötesindeki titreşimleri okuyabilen bir varlıksın. Gerçek, çoğu zaman göze değil, bu titreşimleri okuyabilen o derin yerine fısıldar. Ve belki de asıl uyanış, gözün gördüklerinden kaçmadan ama yalnızca onlarla yetinmeden, görünmeyenle görüneni aynı anda taşıyabildiğin o ince iç dengeyi kurduğunda başlar.