Çocukların algısının doğumdan itibaren şekillenmesi, çoğu insanın fark etmediği kadar derin ve katmanlı bir süreçtir; bir bebek dünyaya geldiğinde saf bir boşluk değildir, çünkü ilk nefesle birlikte dış dünyanın sesleri, yüz ifadeleri, dokunuşları ve duygusal titreşimleri onun sinir sistemine kaydolmaya başlar ve bu kayıt, hayat boyu sürecek algı haritasının ilk çizgilerini oluşturur. Bebek henüz kelimelerin anlamını bilmezken bile, ses tonlarının duygusal karşılığını öğrenir; yumuşak ses güveni, sert ses tehdidi, sessizlik ise değersizlik ya da uzaklık hissini fısıldar ve böylece çocuk, dünyanın tehlikeli mi yoksa güvenli mi olduğunu önce düşünerek değil, hissederek öğrenir. Aile, çocuğun ilk aynasıdır; ebeveynin kaygısı, beklentisi, sevgisi veya reddi, kelimelerden önce bakışlarda, jestlerde, nefesin ritminde saklı olduğu için, çocuk önce duyguları emer, sonra düşünceleri inşa eder ve bu nedenle çoğu yetişkin, kendi değer duygusunu mantıkla değil, çok erken yaşta içselleştirilmiş bir emosyonel şablonla taşır.
Zamanla okul devreye girer ve burada bilgi kadar norm öğretilir; çocuk, öğrenmenin sadece keşif değil, aynı zamanda uyum, sıra, itaat ve rekabet olduğunu fark eder, dolayısıyla başarı artık merakın değil, dış onayın ölçüsüne dönüşür. Zil çalar, teneffüs biter, defter açılır; çocuk kendi ritminden çıkar ve toplumun ritmine girer, çünkü okul sadece matematik ve alfabe değil, aynı zamanda “ne kadar ses çıkarabilirsin, ne zaman konuşabilirsin, ne kadar hata yapabilirsin” sorularının cevabını verir. Toplum ise çocuğa kim olması gerektiğini doğrudan söylemez; reklamların renkleri, oyuncakların cinsiyeti, yetişkinlerin “kız gibi yapma” ya da “erkek adam ağlamaz” cümleleri, televizyon kahramanlarının rolleri, sosyal medyanın görünüş baskısı, hepsi görünmeyen bir eğitimdir ve çocuk bu görünmez müfredatı, doğallıkla, sorgulamadan ve çoğu zaman fark etmeden içselleştirir.
Bu nedenle yetişkinlik, çoğu insanda, kimlik çatışmasıyla başlar; insan kırk yaşına geldiğinde bile bazen içinden “Ben gerçekten böyle biri miyim, yoksa sadece böyle olmayı öğrendim?” diye sorar, çünkü çocuklukta yerleşen algı, bilinçli düşünceden çok daha güçlüdür ve kişi çoğu zaman hayatını kendi değerleriyle değil, ona öğretilen değerlerle sürdürdüğünü fark eder. Uzun yıllar boyunca içselleştirilmiş beklentiler, başarılı ol, sevil, uyum sağla, göze batma ama farklı ol, güçlü ol ama duygularını gizle, kişinin iç dünyasında görünmez bir gerginlik yaratır ve insan zaman zaman anlam veremediği bir boşluk hissi yaşar; bu boşluğu doldurmak için dışarıdan onay, başarı, statü arar ama hiçbir şey gerçekten yetmez, çünkü eksiklik dışarıda değil, içerde, henüz kendi tanımını yapamamış benlikte saklıdır.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, toplum çocuklara sadece bireysel bir algı değil, kolektif bir çerçeve verir; “biz” ve “onlar”, güvenli ve tehlikeli alanlar, doğru ve yanlış davranışlar, aidiyet ve dışlanma mekanizmaları, hepsi erken yaşta öğrenilen ama yetişkinlikte sorgulanması gereken şeylerdir, çünkü toplum güvenliği severken birey özgürlüğü ister ve bu ikisi arasındaki çatışma, insanın iç sesinde bir ömür yankılanır. Felsefi açıdan mesele daha da derinleşir: çocuk dünyayı olduğu gibi değil, öğretilmiş gibi görür; gerçek, çocukluğun filtresinden geçerek zihne ulaşır ve yetişkin olduğunda bile çoğu insan hayatı bir kamera gibi değil, üzerine takılmış bir lens ile algılar. Bu yüzden özgürlük, geçmiş algıyı silmek değil, o lensi fark etmek ve gerekirse değiştirebilmektir.
Sonuç olarak, çocuklar üzerinde doğumdan beri yapılan algı, bir dayatma değil, bir örüntüdür; hayatın nasıl yaşanması gerektiğini söyleyen bir rehber gibi görünür, fakat gerçek anlamda büyümek, o rehberi açıp satır aralarını yeniden okumayı gerektirir. İnsan ancak o zaman şunu anlar: benliğin özü dışarıda değil, içerde saklıdır; toplum bize rol verir, aile bize hikâye anlatır, okul bize düzen öğretir, fakat hakiki kimlik, tüm bu katmanların altından çıkan, kişinin kendi sesiyle söylediği cümlede doğar.