Türk sembolleri, yalnızca geçmişten kalan estetik işaretler ya da tarih kitaplarının kenar süsleri değildir; onlar, bozkırdan yükselen rüzgarın, göç yollarında taşınan hafızanın ve yüzyıllar boyunca sözle değil işaretle anlatılmak zorunda kalmış bir bilincin sessiz ama derin anlatıcılarıdır; çünkü Türk kültüründe sembol, çoğu zaman kelimeden önce gelir ve anlam, bakana göre değil hissedene göre açılır. Bozkır yaşamının sertliği ve doğayla kurulan zorunlu uyum, Türk sembollerini doğrudan gökyüzü, hayvanlar ve yönlerle ilişkilendirmiştir; bu nedenle Gök Tanrı inancı yalnızca bir dini kavram değil, aynı zamanda mavi rengin kutsallığında, yukarı yönlü çizgilerde ve göğe açılan her işarette kendini tekrar eden bir varlık algısıdır; mavi, Türkler için bir renk olmaktan çok, sınırsızlığı, kaderi ve ilahi düzeni temsil eden kozmik bir alanın sembolüdür.
En bilinen sembollerden biri olan Bozkurt, gücü ve savaşçılığı simgelemenin ötesinde, yol gösterici bir bilinç figürüdür; Ergenekon Destanı’nda bozkurdun Türkleri dağların arasından çıkarması, yalnızca fiziksel bir kurtuluşu değil, zihinsel bir uyanışı ve yönünü kaybetmiş bir topluluğun yeniden hatırlayışını simgeler; bu yüzden bozkurt, saldıran değil rehberlik eden bir figür olarak kültürel bilinçte yer alır. Hayat Ağacı, Türk sembol dünyasında gök ile yer arasındaki bağı kuran kozmik bir eksen gibidir; kökleri yeraltına, dalları göğe uzanan bu ağaç, insanın hem maddi dünyaya bağlılığını hem de ruhsal yükseliş arzusunu aynı anda taşır; eski Türk çadırlarının direklerinde, halı motiflerinde ve mezar taşlarında karşımıza çıkan bu sembol, yaşamın doğrusal değil döngüsel olduğunu ve ölümün bir son değil geçiş kapısı sayıldığını fısıldar.
Türk sembollerinde yön kavramı da büyük bir anlam yükü taşır; doğu, güneşin doğduğu yer olduğu için başlangıcı ve bilgeliği temsil ederken, batı tamamlanmayı ve dönüşü simgeler; bu yüzden eski Türklerde çadırların kapıları çoğunlukla doğuya bakar, çünkü insan güne her zaman yeniden başlamak için yüzünü ışığa dönmelidir. Damga ve tamgalar, Türklerin yazıdan önce kullandığı en güçlü anlatım biçimlerinden biridir; her boyun, her ailenin kendine ait tamgası, yalnızca bir işaret değil, bir kimlik ve hafıza mühürüdür; bu işaretler hayvanların üzerine, silahlara, mezar taşlarına ve kaya yüzeylerine kazınarak, “buradaydık ve geçmedik, iz bıraktık” deme biçimi haline gelmiştir.
Ay ve Güneş, Türk sembolizminde karşıt değil tamamlayıcı güçlerdir; güneş yaşamı, düzeni ve otoriteyi temsil ederken, ay sezgiyi, döngüyü ve korunmayı simgeler; bu ikilinin birlikte kullanımı, evrendeki dengenin tek bir güçle değil, uyumla sağlandığına dair kadim bir anlayışı yansıtır. Türk sembollerinin belki de en çarpıcı yönü, onların hiçbir zaman süs olsun diye üretilmemiş olmasıdır; her çizgi, her hayvan figürü ve her geometrik motif, yaşanmış bir deneyimin, verilen bir mücadelenin ya da korunmak istenen bir bilginin görsel hafızaya dönüşmüş halidir; bu yüzden Türk sembollerine bakmak, geçmişi seyretmek değil, geçmişle sessiz bir diyalog kurmaktır. Bugün bu sembollere yeniden bakmak, nostaljik bir arayıştan çok daha fazlasıdır; çünkü modern dünyada anlamın hızla yüzey'selleştiği bir çağda, Türk sembolleri bize hatırlatır ki, bazı gerçekler anlatılmaz, çizilir; bazı bilgiler yazılmaz, işlenir; ve bazı kimlikler söylenmez, sembollerle yaşatılır.