İskenderiye Kütüphanesi, taş ve sütunlardan ibaret bir bina değil; insanlığın kendini anlama çabasının en cesur, en iddialı girişimiydi. Antik dünyada bilgi ilk kez tek bir merkezde toplanmak istendiğinde, amaç yalnızca okumak değil, düşünceyi korumak, çoğaltmak ve gelecek zamanlara emanet etmekti; bu yüzden kütüphanenin raflarında yalnızca kitaplar değil, matematik, astronomi, tıp, felsefe, coğrafya ve mitoloji yan yana duruyordu, birbirini besliyor, birbirine karışıyordu.
Rivayete göre İskenderiye Limanı’na giren her gemiden yazılı metinler toplanır, kopyalanır, asılları kütüphanede saklanırdı; sahiplerine ise kopyaları geri verilirdi. Bu, bilginin mülkiyet değil, ortak miras sayıldığının sessiz ilanıydı. Burada çalışan bilginler yalnızca okuyan insanlar değildi; yıldızların hareketini hesaplayanlar, insan bedenini inceleyenler, dünyanın çevresini ölçmeye çalışanlar vardı. Eratosthenes’in dünyanın çevresini neredeyse hatasız hesaplaması, Hypatia’nın matematik ve felsefede açtığı yollar, bu mekanın zihinsel atmosferinde filizlendi.
Ancak İskenderiye Kütüphanesi’nin en güçlü tarafı, aynı zamanda en kırılgan yanını da taşıyordu: Bilgi, güçtü. Güç ise her çağda korku uyandırır. Yangınlar, istilalar, ideolojik çatışmalar ve ihmaller… Kütüphanenin yok oluşu tek bir geceye, tek bir düşmana ya da tek bir karara indirgenemez; o, yavaş yavaş silinen bir hafıza gibiydi. Parşömenler yandı, metinler kayboldu, bazı bilgiler bir daha asla geri dönmedi. Belki de insanlık, henüz hazır olmadığı bazı cevapları o raflarda bıraktı.
Bugün İskenderiye Kütüphanesi’ni konuşurken aslında şunu soruyoruz: Bilgi neden korunmaz, neden yok edilir ve neden her çağda yeniden keşfedilmek zorunda kalır? Belki de kütüphanenin gerçek mirası, kaybolmuş kitaplar değil; bilginin kırılgan olduğunu hatırlatan uyarısıdır. Çünkü bir uygarlık, hafızasını koruyamadığında, en parlak fikirler bile küle dönüşebilir.