Babil, tarih kitaplarında çoğu zaman bir imparatorluk adı, bir harita noktası ya da yıkılıp geçmiş bir uygarlık olarak anılsa da, aslında insanlığın kendisiyle ilk ciddi yüzleşmesini yaşadığı bilinç sahnelerinden biri olarak okunmalıdır; çünkü Babil yalnızca kerpiçten duvarlar, görkemli kapılar ve tanrılara adanmış tapınaklardan ibaret bir şehir değil, insanın bilgiyi, gücü ve düzeni ilk kez sistemli biçimde kurmaya çalıştığı, aynı anda da bu düzenin altında ezildiği bir deney alanıdır. Mezopotamya’nın verimli topraklarında, Fırat Nehri’nin taşıdığı bereketle yükselen Babil, tarımın süreklilik kazandığı, takvimin doğduğu, hukukun yazıya döküldüğü ve gökyüzünün ilk kez düzenli olarak izlenip anlamlandırıldığı bir merkez haline geldiğinde, insanlık artık yalnızca hayatta kalmaya çalışan bir tür olmaktan çıkmış, anlam kuran bir varlık olmaya doğru ilerlemeye başlamıştı; işte Babil’i özel kılan da tam olarak bu geçiş anıdır.
Babil’de bilgi rastgele üretilmezdi; rahipler, katipler ve gökbilimciler tarafından kaydedilir, sınıflandırılır ve korunurdu, çünkü bilgi burada kutsaldı ama aynı zamanda tehlikeliydi, zira bilginin kontrol edilmediği yerde kaosun başlayacağına inanılırdı ve bu yüzden Babil, bilginin halka açık değil, seçilmiş bilinçlere emanet edildiği ilk büyük merkezlerden biri oldu. Ünlü Hammurabi Kanunları, çoğu zaman tarihin ilk yazılı yasaları olarak öğretilir; oysa bu metinler yalnızca cezalar ve kurallardan ibaret değildir, aynı zamanda insanın kendisini tanrıların karşısında nasıl konumlandırdığını, adalet fikrini hangi sınırlarda hayal ettiğini ve toplumsal düzeni korku, denge ve otorite üzerinden nasıl inşa ettiğini gösteren bir zihinsel haritadır ve bu harita, bugün bile modern hukuk anlayışının köklerini taşır.
Babil’in en dikkat çekici yapılarından olan zigguratlar, özellikle de anlatılarda “Babil Kulesi” olarak simgeleşen yapı, insanın göğe ulaşma arzusunun mimari karşılığıdır; ancak bu arzu, çoğu zaman yanlış anlaşılır, çünkü mesele Tanrı’ya meydan okumak değil, insanın sınırlarını test etme ihtiyacıdır ve Babil’de bu ihtiyaç, taş taş üstüne konularak değil, bilinç bilinç üstüne eklenerek yaşanmıştır. Astroloji ve astronomi, Babil’de birbirinden ayrılmazdı; gökyüzü, yalnızca yıldızların hareketini değil, insan kaderinin ritmini de anlatan bir metin olarak okunurdu ve gezegenlerin döngüleri, kralların kararlarından ekim zamanlarına kadar pek çok alanı etkilerdi; bu nedenle Babil, insanın gökyüzüne bakıp “Ben neredeyim?” sorusunu ilk kez bu kadar ciddiyetle sorduğu yerdir.
Babil’in çok tanrılı inanç sistemi, bugün karmaşık gibi görünse de aslında oldukça düzenlidir; her tanrı bir doğa gücünü, bir bilinç halini ya da bir toplumsal ihtiyacı temsil eder ve bu yapı, insanın evreni anlamlandırma çabasının sembolik bir dilidir; Marduk’un yükselişi ise yalnızca bir tanrının diğerlerinin önüne geçmesi değil, merkezî otorite fikrinin kutsal alana taşınmasıdır. Babil aynı zamanda insan zaaflarının da sahnesidir; güç arzusu, kibir, korku ve kontrol ihtiyacı burada açıkça görünür hale gelir, çünkü büyük şehirler yalnızca ilerlemeyi değil, çöküş potansiyelini de hızlandırır ve Babil’in defalarca yıkılıp yeniden kurulması, insanın aynı hataları farklı adlarla tekrar etme eğiliminin tarihsel bir yansıması gibidir.
Harut ve Marut anlatılarının Babil’e yerleştirilmesi de bu yüzden anlamlıdır; çünkü Babil, bilginin ilk kez ahlaki bir sınav haline geldiği yerdir ve bu hikayeler, bilginin kendisinin değil, onu taşıyan bilincin sınandığını fısıldar; Babil’de öğretilen şey sihir değil, gücün nasıl baştan çıkarıcı olabileceğidir. Bugün Babil’e baktığımızda, geriye kalan yıkıntılar bir uygarlığın sonunu değil, insanlığın bitmeyen sorularını temsil eder; kim olduğumuzu, ne kadar ileri gidebileceğimizi, bilginin bizi özgürleştirip özgürleştirmediğini ve sınırlarımızı kim belirlediğinde huzur bulduğumuzu hala tartışıyorsak, bu tartışmanın ilk büyük sahnesi Babil’dir.
Babil, bu yüzden yalnızca geçmişte kalmış bir şehir değil, her çağda yeniden kurulan bir zihinsel durumdur; teknolojiyle, veriyle, güçle ve kontrolle kurduğumuz her yeni düzen, Babil’in modern bir yansımasıdır ve insan, ne zaman sınırlarını unuttuğunu zannederse, Babil’in gölgesi yeniden uzar.
Belki de Babil’in bize bıraktığı en önemli miras şudur: Bilgi ilerletir ama bilinç yön vermezse, ilerleme yalnızca hızlanmış bir kayboluştur.