Antik medeniyetlerde maske, insanın kendi yüzünü geriye çekerek evrenin daha büyük, daha eski ve daha görünmez bir gücüne bedenini ödünç verdiği büyülü bir geçit olarak görülürdü; çünkü maskeyi takan kişi artık yalnızca bir birey değil, kabilesinin atalarının nefesini taşıyan bir elçi, tanrıların dünyasına adım atan bir ritüel yürüyücüsü ya da toplumunun ortak hafızasında saklanan bir arketip haline gelirdi. Bir maskenin ardına saklanmak, aslında görünmez olanla konuşmanın bir yoluydu; insan bedeninin sınırlarının ötesinde var olduğuna inanılan ruhlarla iletişim kurmak, doğaüstü güçlere yaklaşmak, toplumsal rollerin dışına çıkmak veya tam tersine o rollerin içine köklü bir şekilde yerleşmek anlamına gelirdi. Bu yüzden Afrika'nın kadim topluluklarında maskeyi takan dansçının adımları artık kendi isteğiyle değil, ataların ritmiyle atılırdı; şamanın yüzünü gizleyen hayvan formundaki maskeler, onun görünmez aleme geçmesini kolaylaştırırdı; Eski Mısır’da ölüm maskesi, ruhun bedenini sonsuzlukta tanıması için ilahi bir rehber kabul edilirdi; Maya ve Aztek uygarlıklarında ise tanrıların sıfatlarını taşıyan maskeler, ritüeller sırasında insan bedenine ilahi bir güç indirirdi.
Maske, bir yüzü saklamaktan çok daha fazlasını yaparak kimliği dönüştürür, kişinin kendi sınırlarını eritir ve onun yerine daha eski, daha güçlü, daha mitsel bir varlığı çağırırdı; çünkü antik insan için kimlik sabit bir taş değil, ritüelin ateşiyle biçim değiştiren bir maden gibiydi. Maske bu dönüşümün en görünür simgesi olurken, herkes tarafından bilinen sırlar gibi davranırdı: kimlik değişiminin kutsal olduğunu hatırlatır, sıradan bir insanın yalnızca yüzünü değil, ruhunun titreşimini de değiştirirdi. Bu nedenle maskeyi takan kişi, topluma karşı yeni bir varoluşla görünürdü; bazen bir savaşçının gücünü temsil ederdi, bazen doğa ruhlarının koruyucu yüzünü, bazen de ölümün soğuk ama kutsal gölgesini taşırdı. Maskenin göz deliklerinden bakan insan, aslında kendi içindeki karanlığı ya da ışığı karşısındakine gösterir, böylece maskenin kendisi bir sembol olmaktan çıkıp bir iletişim aracına dönüşürdü. Maskeler aynı zamanda korkuyu yönetmenin de eski bir yoluydu; insan bilinmeyenden korkar, fakat bilinmeyene bir yüz verildiğinde, onu tanımlayabildiğinde, kendi korkusunu somutlaştırıp şekillendirebildiğinde artık o korkunun esiri olmaktan çıkar. İşte bu yüzden demon maskeleri, kötü ruhların kontrol altına alınmasına yarayan bir obje olurken savaş maskeleri düşman üzerinde psikolojik bir gölge yaratırdı; cenaze maskeleri ise ölümün yüzünü kutsal bir durağanlığa dönüştürerek ruhun yolculuğunu güvenli bir sembol altına alırdı. Maske, antik dünyada hem korkunun hem cesaretin aynı yüzüydü; takıldığında insanın içine işlemiş korkular dışarıya taşar, dışarıdaki tehlikeler ise içsel bir güce dönüşür.
Bütün bunların ötesinde maske, toplumların kolektif hafızasını saklayan görsel bir dil görevi görürdü; çünkü söz unutulabilir ama semboller kalır. Bir maskenin üzerindeki çizgi, kabile anlatılarının sessiz bir cümlesi olurdu; geometrik desenler soyun, klanın, ataların hikayesini taşırdı; renkler doğanın kutsal döngülerini temsil ederdi; Japon Noh maskelerinin donuk ifadesi bile sahnedeki aktörün bedeninde yüzlerce duyguya dönüşebilecek potansiyeli taşırdı. Maske bir aynaydı ama görünen yüzün değil, toplumun derin bilinçaltının aynasıydı. Sonuçta antik medeniyetlerde maskenin anlamı, insanın kendisini aşma arzusunun, bilinmeyenle kurduğu ilişkinin ve kimliğini sonsuz bir akış olarak görme bilincinin sembolik karşılığıydı; bir maskeyi yüzüne takmak, sadece bir yüzü gizlemek değil, bir çağrıya cevap vermek, bir varlığı temsil etmek, bir duyguyu somutlaştırmak, bir kültürel mirası görünür kılmak ve insanın evrene karşı duyduğu kadim merakın bir parçası olmaktı. Maskeler, insanlığın hem en derin korkularını hem de en büyük kutsallarını taşıyan sessiz ama etkili rehberler olarak binlerce yıl boyunca ritüellerin kalbinde durdu; çünkü her maske aslında aynı sorunun peşindeydi: İnsan kendi yüzünün ardında kimdir ve başka bir yüzü taktığında neye dönüşme cesareti vardır.