Anna Kavan – Buz (Ice) (1967)
Bu roman, 20. yüzyılın en gizemli, büyüleyici ve rüya gibi soğuk romanlarından biridir. Gerçek ile hayalin, bilinç ile deliliğin sınırında dolaşır. Hem psikolojik hem de sembolik bir romandır. Roman, bir buz çağının eşiğindeki dünya'da geçmektedir. Küresel felaket yaklaşırken, anlatıcı kimliği belirsiz bir erkek, kırılgan, solgun, buz kadar soğuk bir kadını takıntılı biçimde aramaktadır. Kadın bir tür kurbandır. Kaçıyor, kayboluyor, bazen bir sığınakta, bazen bir ülkede bulunuyor ama anlatıcı onu her defasında yeniden kaybediyor. Acaba olaylar gerçek mi, yoksa anlatıcının travmatik zihninin bir yansıması mı? Bu asla tam açıklığa kavuşmuyor. Roman boyunca dünya buzla kaplanırken, insan ilişkileri de duygusal donukluğa gömülüyor.
Romanda buz; sadece doğa felaketini değil, duygusal donukluğu, travmayı ve yıkımı simgeler. Yavaş yavaş ilerleyen bu buz, hem dünyayı hem de insanın iç dünyasını donduruyor. Takıntı ve kontrol, anlatıcının kadına karşı hisleri, sevgi değil, saplantıdır. Kadın üzerinde kontrol kurma isteği, erkek egemen sistemin metaforu olarak da okunur. Kimlik ve gerçekliğe baktığımızda karakterlerin isimleri yoktur. Bu belirsizlik, romanı bir rüya atmosferine taşır. Okuyucu “Bu bir hatıra mı, halüsinasyon mu, distopya mı?” diye sorgular. Anna Kavan, bu romanda bilinç akışını, rüya dilini ve kırık zaman örgüsünü kullanır. Roman boyunca zaman doğrusal değildir, mekan sürekli değişir, gerçeklik çöker, yerini psikolojik fantezilere bırakır. Yani metin bir kar küresi gibidir, sallandıkça manzara değişir ama hep aynı soğuk atmosfer devam eder.
Anna Kavan, Buz romanını okurken, hikayeyi anlamaya değil, atmosferi hissetmeye çalışın. Gerçekle rüya arasındaki sınır sürekli erir, bu da romanın ruhudur. Kavan’ın dili soğuk, kırılgan ve şiirseldir, o yüzden mantıkla değil, sezgiyle okuyun. Her sayfada kar, yalnızlık ve arzu aynı anda donar, bu yüzden acele etmeyin, cümlelerin sessizliğini dinleyin.