Yüzün Arkasındaki Yüz
Bir zamanlar aynaya bakan bir yüz vardı. Ama kendi suretini değil, arkasındaki sessizliği görüyordu. Gözleri, iki karanlık kuyuya benziyordu, içine baktıkça daha da derine çekiyordu insanı. Orada ne bir geçmiş vardı ne bir gelecek; sadece çözülmemiş bir “ben” sorusu. “Ben kimim?” diye sordu o yüz, dudaklarını oynatmadan. Cevap gelmedi, çünkü soru da cevap kadar yorgundu. İnsan, kendine sorular sorarak yaşlanır; cevaplar bulduğu için değil, aksine bulamadığı için yaşlanır.
Zamanla renkler birbirine karıştı. Sarının sıcaklığı, kahverenginin ağırlığıyla boğuştu; yeşil bir iz araya girdi, sanki umut hala inatla bir yerlerde nefes alıyordu. Ama umut bile bazen yorulur. Ve yüz, kendi içinde kaybolmaya başladı, artık kimse onun nerede bittiğini, arkasındaki boşluğun nerede başladığını ayırt edemiyordu.
Gözlerinde bir şey belirdi: ne tam bir gözyaşı, ne tam bir ışık. Belki bir hatıra, belki bir kırılma anı. Her şey o kadar soyutlaşmıştı ki, artık şekil değil, anlam ağrısı kalmıştı geriye.
Yüz düşündü: “Belki ben hiçbir zaman bir bütün olmadım. Belki varlığım, sadece beni tamamlamaya çalışan ellerin bıraktığı yarım fırça darbelerinden ibaretti.” Sonra sessizlik çöktü. Renkler durdu. Sadece o çatlak pembelik kaldı dudak kenarında, yarım kalmış bir cümle gibi, söylenememiş bir şeyin ağırlığıyla.
İnsan, kendi yüzüne bakarken aslında geçmişine, korkularına, başkalarının ellerinde biçimlenen taraflarına bakar. Ve bu tablo, tam da o anı anlatır: Bir insanın kendine dışarıdan bakabildiği, ama hala kendini tanıyamadığı anı.
Belki de bu yüz hepimiziz. Biraz dağılmış, biraz tamamlanmamış, biraz “ben”den ibaret, biraz “hiç”ten ama hala bakıyor, hala anlamaya çalışıyor. Çünkü anlam, bazen çizginin içinde değil, boşlukta saklıdır.