Zamanın inancı ezdiği, düşüncenin suç sayıldığı ve insanın neye inandığını saklamak zorunda kaldığı bir Çağda, adları bugün farklı rivayetlerle anılan yedi genç vardı; onlar krallığın gücünden, çoğunluğun sesinden ve korkunun kanunlarından daha yüksek bir şeye, vicdanlarına ve inançlarına tutunmayı seçmişlerdi ve bu seçim, onları hayatın merkezinden değil, tam tersine hayatın dışına, bir mağaranın karanlığına doğru sürükledi.
Bu gençler, yaşadıkları şehirde herkesin uyum sağladığı düzene sessizce itiraz ediyordu; itirazları bağırarak değil, boyun eğmeyerekti ve tam da bu yüzden tehlikeliydiler. Çünkü zorla kabul ettirilen bir inanç, karşısında sessiz ama kararlı bir reddiye gördüğünde daha da sertleşir; baskı artınca, kaçış tek seçenek gibi görünür ve onlar da canlarını kurtarmak için değil, inançlarını korumak için şehrin dışındaki bir mağaraya sığınırlar.
Mağara, ilk bakışta bir saklanma yeridir ama hikayenin derininde, bu mekan bir eşik haline gelir; dışarıda zulmün, korkunun ve zorbalığın zamanı akarken, içeride zaman durur. Çünkü bazen insan, dünyayla bağını kopardığında değil, ona teslim olmayı reddettiğinde gerçek anlamda durur ve işte o anda uyku çöker üzerlerine, sıradan bir uyku değil, çağları aşacak bir bekleyiş. Yedi genç, bu mağarada uykuya daldıklarında ne başlarına gelenin farkındadır ne de bunun bir mucizeye dönüşeceğini bilirler; onlar sadece saklanmıştır ama zaman onları saklamaz, zaman onların üzerinden geçer, yüzyıllar akıp gider, krallıklar yıkılır, inançlar değişir, isimler unutulur ve dünya, onların bıraktığı yerden bambaşka bir hale bürünürken, onlar aynı yüzlerle, aynı bedenlerle ve aynı düşüncelerle derin bir uykuda kalırlar.
Uyandıklarında açlık hissederler; çünkü insanın değişmeyen tek duygusu ihtiyaçtır ve içlerinden biri, şehre ekmek almaya gönderilir ama bu basit görev, hikayenin kırılma noktası olur. Çünkü genç, sokağa çıktığında her şeyin tanıdık ama bir o kadar da yabancı olduğunu fark eder; insanlar farklı giyinir, konuşmalar farklıdır ve cebindeki eski para, artık sadece geçmişin bir kalıntısıdır. Gerçek yavaş yavaş ortaya çıktığında anlaşılır ki, onlar bir gece değil, yüzlerce yıl uyumuştur; kaçtıkları zulüm çoktan yok olmuş, saklandıkları inanç artık yasak değil, aksine kabul görmüş, hatta korunur hale gelmiştir ve bu fark ediş, sevinçten çok derin bir sarsıntı yaratır, çünkü insan bazen kazandığı bir dünyaya ait olmadığını anlar.
Yedi Uyurların hikayesi burada sadece bir mucize anlatısı olmaktan çıkar; bu, zamanla kurulan ilişkinin, direnişin ve bedelinin hikayesidir. Çünkü onlar inançlarını korumuş ama yaşadıkları çağdan kopmuşlardır ve bu kopuş, her zaferin içinde saklı olan kaybı hatırlatır.
Sonunda anlatılanlara göre, onlar tekrar uykuya dalar; bu kez kaçmak için değil, görevleri tamamlandığı için, çünkü bazı insanlar dünyayı değiştirmek için yaşamaz, bazıları da değişen dünyanın ne kadar değiştiğini göstermek için var olur ve Yedi Uyurlar, zamana karşı sessiz bir tanıklık olarak, insanlığa şu soruyu bırakır; inandığın şey uğruna her şey durduğunda, sen uyanık mı kalırsın, yoksa uyumayı mı göze alırsın?