Trendlerin bu kadar hızlı değişmesinin asıl nedeni yalnızca modanın doğası değil, modern insanın sürekli eksik kalma duygusuyla beslenen zihinsel temposudur. Çünkü artık bir ceketin, bir pantolonun ya da bir ayakkabının modası geçmiyor, aslında o parçayı giyen kişinin zamanla kurduğu bağ değersizleştiriliyor ve yerine daha yenisi, daha günceli, daha şu an olanı konuluyor. Bir sezon önce alınan bir çanta hala sağlam, hala güzel ve hala işlevselken, vitrinde gördüğümüz yeni modelin bize hissettirdiği şey ihtiyaçtan çok geride kalmışlık hissi oluyor.
Sosyal medya, influencer kültürü ve algoritmalar bu hızın görünmeyen motoru gibi çalışıyor; çünkü her gün önümüze düşen “yeni sezon”, “trend alarmı” ya da “artık kimse bunu giymiyor” cümleleri, bize fark ettirmeden bir yarış başlatıyor ve bu yarışta bitiş çizgisi hiçbir zaman görünmüyor. Daha geçen ay severek giydiğin bol paça pantolon, bu ay demode ilan edilirken, sen aslında pantolondan değil, bir döneme ait hissettiğin güvenden vazgeçmeye zorlanıyorsun.
Bu noktada soru şuna dönüşüyor; biz gerçekten yeni olanı mı seviyoruz, yoksa eski olanla aramıza mesafe koyarak değiştiğimizi mi kanıtlamaya çalışıyoruz?
Çünkü trendleri yakalamak çoğu zaman stil meselesi değil, çağın hızına ayak uydurabildiğimizi kendimize ve başkalarına gösterme çabası oluyor. Belki de bazen yapılması gereken şey, trendlere yetişmek değil, onları geriden izleyip hangisinin bize gerçekten dokunduğunu seçmek; çünkü moda geçerken, insanın kendini içinde rahat hissettiği anlar çok daha kalıcı izler bırakıyor.