İnsan, dünyaya yalnızca bir bedene sahip olarak değil, aynı zamanda görünmeyene karşı duyduğu ilgiyi, sezgilerinin keskinliğini ve hayatla kuracağı anlam bağının ham halini de beraberinde getirerek doğar, bu nedenle bazı kişiler daha çocukluk yıllarında bile sıradan görünen olayların arkasında başka bir düzen, başka bir sebep ya da daha derin bir anlam olabileceğini hissederken, bu his çoğu zaman kelimelere dökülemez, yalnızca içte taşınan bir yoğunluk olarak varlığını sürdürür. Bu erken farkındalık hali, çoğu zaman spiritüel yatkınlık olarak adlandırılan, insanın sezgisel algılarının güçlü olması, duygu ve düşünceleri yalnızca yüzeyde değil, alt katmanlarıyla birlikte deneyimlemesi ve varoluşu salt maddi ölçütlerle açıklamanın iç dünyasında bir eksiklik yaratmasıyla kendini belli eder, ancak bu yatkınlık, tek başına bir bilgelik kanıtı değil, yönlendirilmediği takdirde kaybolabilen, hatta kişiyi içsel karmaşaya sürükleyebilen bir potansiyel halidir.
Çünkü spiritüalist olmak, doğuştan verilen bir etiket, bir ayrıcalık ya da sabit bir kimlik değil, insanın hayatı boyunca karşılaştığı çatışmalar, kayıplar, hayal kırıklıkları ve anlam boşlukları üzerinden şekillenen, adım adım inşa edilen bir bilinç durumu olarak ortaya çıkar ve bu bilincin oluşabilmesi için kişinin yalnızca sezgilerine değil, aynı zamanda kendi zayıflıklarına, korkularına ve yanılgılarına da dürüstçe bakabilmesi gerekir. Hayatın kaçınılmaz kırılma anları, insanın alıştığı düzeni sarsan olaylar ve cevap vermeyen sorular, çoğu zaman bu bilinç durumunun kapısını aralayan eşikler haline gelir, çünkü insan, konfor alanı içinde yaşarken nadiren derin sorular sorar, oysa sarsıldığında, tutunduğu anlamların yetersiz kaldığını fark ettiğinde ve bildiklerinin onu taşımadığını hissettiğinde, iç dünyasında yeni bir alan açılır.
Bu noktada spiritüel yatkınlık, eğer kişi ona kulak vermeyi seçerse, spiritüalist bilince dönüşme fırsatı bulur; ancak bu dönüşüm, romantize edilen ani uyanış anlarından çok, kişinin kendisiyle yüzleşmeyi öğrenmesi, öğrendiği her bilgiyi sorgulaması ve hiçbir deneyimi mutlak doğru olarak kutsamaması sayesinde gerçekleşir. Birçok insan ruhsal olarak hassas bir altyapıyla dünyaya gelmiş olmasına rağmen, hayatın hızı, öğretilmiş korkular, dogmatik inançlar ya da kolay cevaplara sığınma isteği nedeniyle bu yönünü bastırır ve zamanla bu sezgisel alan körelirken, bazı insanlar ise başlangıçta bu tür bir yatkınlığa sahip olmadıklarını düşünseler bile, yaşadıkları derin sarsıntılar sonucunda bilinçli bir tercih yaparak içsel bir yolculuğa çıkmayı seçer.
Spiritüalist bilinç, sezgilerin sorgulanmadan yüceltilmesiyle değil, akıl ve sezginin birlikte yürütülebildiği, insanın hem bildiklerine güvenip hem de bilmediklerine açık kalabildiği bir dengede derinleşir, bu nedenle bu bilinç hali, insanı başkalarından üstün kılan bir özellik değil, kişiyi daha dikkatli, daha sorumlu ve daha alçakgönüllü bir yaşam anlayışına yönelten bir hal olur. Spiritüel yatkınlık, insanın dünyaya taşıdığı sessiz bir çağrı gibi içte varlığını sürdürürken, spiritüalist bilinç bu çağrıyı duyan kişinin yola çıkmayı göze alması, yol boyunca değişmeyi, yanılmayı ve yeniden öğrenmeyi kabul etmesiyle inşa edilir, bu süreçte insan, cevaplardan çok sorularla, kesinliklerden çok farkındalıkla ilerlemeyi öğrenir. Ve belki de bu yolculuğun en belirleyici gerçeği şudur ki, spiritüalizm varılacak bir son nokta değil, insanın kendisiyle, hayatla ve bilinmeyenle kurduğu ilişkinin her gün biraz daha derinleştiği, sabır isteyen, sessiz ama dönüştürücü bir iç yürüyüş olarak devam eder.