1954 yılında Santiago’dan kalktığı iddia edilen ve varış noktasına hiçbir zaman ulaşamayan Uçuş 513, o dönem için sıradan bir ticari sefer olarak planlanmış, ancak kalkıştan kısa bir süre sonra radarlardan kaybolduğu ve mürettebatla temasın kesildiği ileri sürülmüş, resmî kayıtlarda bu uçuşa dair net ve tutarlı bir rapor bulunmamasına rağmen, bazı havaalanı çalışanlarının, yıllar sonra anlattıkları tanıklıklar sayesinde bu hikaye sessizce yayılmaya başlamıştır. Efsaneye göre asıl sarsıcı olan kısım, uçağın kaybolması değil, yaklaşık 30 yıl sonra Güney Amerika’daki bir havaalanına hiçbir çağrı yapmadan iniş yaptığı iddiasıdır; görgü tanıkları, pistte beliren uçağın eski tip pervaneli bir model olduğunu, gövdesinin yıpranmış, boyalarının solmuş ve dış yüzeyinin zamanın içinden geçip gelmiş gibi göründüğünü anlatırken, kuleyle hiçbir iletişim kurulamadığını, uçağın motor sesinin alışılmadık derecede boğuk ve cansız olduğunu özellikle vurgulamıştır.
Anlatılara göre havaalanı personeli uçağa yaklaştığında karşılaştıkları manzara, hikayenin karanlık yönünü derinleştirir; kokpit ve kabin içinde bulunan mürettebatın ve yolcuların hareketsiz olduğu, bedenlerin ileri derecede bozulmuş, adeta zamanın dışında kalmış bir halde bulunduğu, pilotun ise kontrol paneline yapışmış vaziyette olduğu ve bazı tanıkların onu “mumya benzeri” bir durumda tarif ettiği söylenir, ancak bu noktada anlatılar arasında ciddi tutarsızlıklar başlar. Bu olayın hemen ardından, iddiaya göre askeri ve sivil yetkililerin hızla müdahale ettiği, alanın boşaltıldığı ve konuyla ilgili herhangi bir resmi açıklama yapılmadığı aktarılır; uçağın, yolcuların ya da mürettebatın kimliklerine dair doğrulanabilir belgeler ortaya konmamış, olayın geçtiği öne sürülen havaalanının resmi kayıtlarında böyle bir inişe dair net bir iz bulunmamıştır, bu da Santiago Uçuşu 513’ü kanıtsız ama yok edilemeyen bir vakaya dönüştürmüştür.
Bu hikayeyi esrarengiz kılan asıl unsur, anlatının tek bir kaynaktan değil, farklı zamanlarda, farklı kişiler tarafından dile getirilmiş olmasıdır; bazıları bunu bir zaman kayması, bazıları boyutsal bir sapma, bazıları ise havacılık tarihine eklenmiş bir şehir efsanesi olarak görürken, ortak nokta şudur: Hikaye, teknik detaylarla süslenmiş, dönemin uçak modelleriyle örtüşen anlatılar içerir ve bu da onu basit bir hayal ürünü olmaktan bir adım öteye taşır. Elbette tarihsel ve akademik açıdan bakıldığında, Santiago Uçuşu 513’ün varlığına dair doğrulanmış resmi belgeler yoktur ve modern havacılık otoriteleri bu olayı asılsız bir anlatı olarak sınıflandırır; ancak esrarengiz olaylar literatüründe bazı hikayeler vardır ki, kanıt eksikliği onların etkisini azaltmaz, aksine daha da güçlendirir, çünkü bu tür anlatılar insan zihninin en hassas noktasına, yani “ya gerçekten olduysa?” sorusuna dokunur.
Santiago Uçuşu 513, tam da bu nedenle önemlidir; bu hikaye bize yalnızca kaybolan bir uçaktan değil, zamanın doğrusal olduğuna dair inancımızdan, kayıtların her şeyi kapsadığına dair güvenimizden ve modern dünyanın açıklayamadığı boşluklardan söz eder, çünkü bazı olaylar yaşanıp yaşanmadıklarından bağımsız olarak, anlatıldıkları sürece var olmaya devam eder ve bu uçuş, havacılık tarihinin değil belki ama insan merakının karanlık pistine sessiz bir iniş yaptığı.