Kuzgunun Bekçisi
Kasabanın dışında, kimsenin gitmediği, etrafının yüksek taşlarla çevrili olduğu ve kapısı devamlı kapalı duran bir mezarlık vardır. Kimse o kapının ardında neler olduğunu bilmezdi ama herkes geceleri gelen sesleri duyardı; hafif bir kanat sesi, bir taşın yerinden oynaması ve bazen bir fısıltı.
Mezarlığın tam ortasında, beyaz bir mezar taşının üzerinde her gece aynı kuş dururdu; bir kuzgun. Başını göğe kaldırır ve üç kez ötüp susardı. Ne daha az, ne daha fazla. Siyah tüyleri rüzgarla savrulur, gözlerinde hep küçük bir kırmızı leke olurdu. Kasabalılar ona “Bekçi” derdi. Çünkü ne yağmurda giderdi ne de fırtınada. Her sabah güneş doğarken sessizce bir mezar taşının üstünden diğerine yürür, sonra duvarın gölgesinde kaybolurdu.
Bir gün, meraklı bir çocuk mezarlığın kapısına kadar geldi. Kapıyı araladığında içeriye bir serinlik doldu. Adımını attı ve kuzgun onu hemen fark etti. Bir an göz göze geldiler. Kuzgunun gözleri karanlık değildi, aksine kırmızıyı parlatırcasına ışıl ışıldı.
Çocuk, kuzguna yaklaştı ve fısıldadı: “Burada mı yaşıyorsun?”
Kuzgun başını eğdi, gagasıyla mezar taşının üzerindeki ismi gösterdi. Ama taşta bir isim yoktu. Sadece çizikler vardı, sanki birileri kazıyıp silmişti. Çocuk o anda anladı. Bu mezar, hiç gömülmeyen birine aitti ve kuzgun, o unutulmuş ruhun bekçisiydi.
Kapının ardında bir fısıltı duyuldu: “Adımı hatırlayan biri olursa, gidebilirim.”
Çocuk korkmadı. Bir çiçek kopardı, mezarın başına koydu ve “ben seni hatırlayacağım” dedi.
O an kuzgun kanatlarını açtı, gökyüzüne yükseldi. Ve ilk kez mezarlığın kapısı kendi kendine açıldı. İçeriden hafif bir ışık yayıldı, sonra sessizlik.
Sabah olduğunda, mezar taşının üzerinde kazınmış bir yazı belirdi:
“Teşekkür ederim.”