Büyük Valide Han
İstanbul’da bazı yapılar vardır ki içine girdiğinizde mekan sizi misafir etmez, sizi hatırlar; Büyük Valide Han da tam olarak böyledir, çünkü bu hanın avlusuna adım atan herkes, farkında olmadan zamanla yazılmış bir cümlenin ortasına düşer ve hangi yüzyılda olduğunu bir anlığına unutmanın hafif sersemliğini yaşar. Yüzyılda Kösem Sultan’ın gölgesinde yükselen bu yapı, yalnızca taş ve kemerden ibaret değildir; tüccarların ayak sesleri, pazarlıkların fısıltısı, geceleri kapatılan kepenklerin ardında kalan yarım cümleler hala duvarların arasında dolaşır ve avluya çıkan herkesin omzuna, görünmez ama tanıdık bir ağırlık bırakır. Burada zaman çizgisel değildir; bir köşede Osmanlı’nın ticaret nabzı atarken, birkaç adım ötede modern şehrin aceleci soluğu duyulur, fakat ikisi de birbirine karışmaz, yalnızca aynı havayı paylaşır.
Han’ın çatısına çıktığınızda İstanbul aşağıda kalır; minareler, kubbeler, dar sokaklar bir manzara olmaktan çıkar, sanki büyük bir hatıranın kırık dökük parçaları gibi önünüze serilir ve o anda şehre bakmazsınız, şehir size bakar. İşte bu bakış, Büyük Valide Han’ın mistik eşiğidir; çünkü burası insanın kendini şehirden ayrı bir varlık sanma yanılgısının yavaşça çözüldüğü yerdir. Avludaki taşların düzensizliği bile bilinçli gibidir; hiçbir şey tam hizaya girmek istemez, çünkü burası ölçüye değil, yaşanmışlığa göre şekillenmiştir. Güneş, günün belirli saatlerinde avluya süzülürken taşların üzerinde kısa süreli parlayan ışık lekeleri bırakır ve bu ışıklar, sanki geçmişten bugüne gönderilmiş sessiz işaretler gibi hemen kaybolur. Büyük Valide Han’da hiçbir an uzun sürmez ama hiçbir an da tamamen geçip gitmez.
Belki de bu yüzden burası aceleye gelmez; hızlı adımlarla geçerseniz size hiçbir şey vermez, fakat durur, nefes alır ve etrafa bakarsanız, İstanbul’un size anlatmadığı bir şeyleri kulağınıza eğilip söylemeye başlar. Bu han, kaybolan zamanın değil, saklanan zamanın avlusudur ve onu bulanlar genellikle aradıklarını değil, unuttuklarını hatırlayarak çıkar buradan.