Göğe Dört Kuş Bıraktım
Bir sabah, gökyüzü yavaşça açılırken dört kuşun hikayesi başladı. Belki de dört ayrı kuş değillerdi; belki de aynı ruh, dört farklı halde görünüyordu. Zamanın rengi değiştikçe tüylerinin tonu da değişti; sabah mavisinden geceye, umuttan suskunluğa doğru.
I
İlki, sabahın ilk ışığında doğdu. Taze bir nefes gibiydi; güneşin altında titreşen bir kalp. Henüz hiçbir şeyin farkında değildi ama her şeyin mümkün olduğunu hissediyordu. Dünya, onun gözünde bir vaat gibiydi: uçmak, belki biraz da yanılmak. Rüzgarın dokunmadığı bir saatte, bir çitin üzerinde durdu. Uçmadı. Çünkü bazı başlangıçlar, sessizliği hak eder.
II
Günün içi karardıkça, bir başka kuş ortaya çıktı. Tüyleri karanlıkla yoğrulmuş, bakışı geçmişle doluydu. Artık umut değil, farkındalık taşıyordu. Kendini bilmenin ağırlığıyla konuşmaz olmuştu; çünkü bazı şeyler söylenince eksilirdi. Biraz yorgundu, biraz bilge. Karanlığı sevmeyi öğrenmişti. Çünkü insan, karanlıktan korkmayı bıraktığında, kendisiyle tanışır.
III
Üçüncüsü, rüzgarın ortasında doğdu. Hızla çırpıyordu kanatlarını; gitmek onun tek bildiği şeydi. Ne bir yere ait hissediyordu ne de birini özlüyordu. Uçuyordu çünkü kalmak onu öldürüyordu. Her kanat darbesi bir kaçış, her nefes bir meydan okumaydı. Dünyanın içinde değil, akışın kendisinde var olmak istiyordu. Kendini bulmak için değil; kendini unutmak için uçuyordu.
IV
Ve sonra akşam indi. Son kuş sessizdi; mor bir göğün altında, ahşap bir direğin ucunda duruyordu. Bakışında bir çözülmüşlük vardı. O artık hiçbir şeyi ispat etmeye çalışmıyordu. Ne umudun, ne karanlığın, ne hareketin tarafındaydı. Sadece gözlüyordu. Dünyayı, insanı, zamanı… Biliyordu: anlam, hiçbir uçuşta değil, konduğun yerin sessizliğinde saklıdır.
Belki de dört kuş yoktu. Belki sadece bir ruh, kendini dört renkle anlatıyordu. Biri çocuktu, biri yetişkin, biri yorgun, biri bilge. Ama hepsi aynı göğe baktı; hepsi aynı sessizliğe döküldü sonunda. Gökyüzü değişti, ama hikaye değişmedi. Çünkü insan, her seferinde aynı yere döner: Kendi içine.