Formül Bilmeyen Adamın Dünyayı Aydınlatan Zihni [ 07 Aralık 2025 ]


Formül Bilmeyen Adamın Dünyayı Aydınlatan Zihni

Michael Faraday bilim tarihinin en garip çelişkilerinden birini temsil eder, çünkü modern dünyanın elektrikle çalışan neredeyse her parçasının temelinde onun çalışmaları vardır, ama kendisi hayatı boyunca “gerçek bir bilim insanı” olarak görülmemiş, akademik çevrelerde çoğu zaman yalnızca yetenekli bir deneyci olarak etiketlenmiştir. Oysa Faraday, bilimi kağıt üzerinde değil, doğrudan doğanın içinde düşünen bir zihne sahipti. Faraday’ın hikayesi bir laboratuvarda değil, bir kitapçı dükkanında başlar. Fakir bir ailenin çocuğudur, düzgün bir okul eğitimi almamıştır ve matematiği ileri düzeyde bilmez. Döneminin elit bilim insanlarının aksine Latince terimlerle konuşmaz, karmaşık denklemler yazmaz, akademik otorite dili kullanmaz. Ama Faraday’ın sahip olduğu şey, çok az insanda bulunan bir özellikti, doğayı sezebilme yeteneğiO, elektriği bir sayı değil, bir davranış olarak görüyordu. Manyetizmayı bir formül değil, bir ilişki olarak algılıyordu.

Bugün “alan” dediğimiz kavramı ilk kez bu kadar net hisseden insanlardan biri Faraday’dı ama ironik biçimde, bu kavramı matematiksel dile dökebilecek araçlara sahip değildi. İşte tam da bu yüzden, çağının bilim insanları onu küçümsedi. Çünkü bilim dünyası çoğu zaman anlamayı değil, ifade ediş biçimini ödüllendirir. Faraday için doğa, insanın çözmesi gereken bir bilmece değil, dinlemesi gereken bir sistemdi. Deneyleri aceleyle yapmaz, sonucu zorlamaz, doğanın verdiği tepkiyi sabırla gözlemlerdi. Başarısız deneyleri not alır, ama onları başarısızlık olarak görmezdi. Ona göre doğa yalan söylemezdi yanlış olan, insanın aceleci beklileriydi. 


En büyük kırılmaelektrik ve manyetizma arasındaki ilişkiyi fark ettiği andı. O güne kadar bu iki kuvvet ayrı şeyler sanılıyordu. Faraday ise şunu hissetmişti. Eğer biri diğerini etkiliyorsa, aralarında görünmeyen bir bağ olmalıydı. İşte elektromanyetizma fikri böyle doğdu. Ama bu fikir, matematiksel bir devrimle değil sezgisel bir cesaretle ortaya çıktı. Ne var ki Faraday’ın karşısındaki bilim dünyası, sezgiye güvenmiyordu. Matematiksel kanıt olmadan yapılan her şey “eksik” sayılıyordu. Faraday’ın deneyleri alkışlandı, ama fikirleri tam olarak kabul edilmedi. Onun hayal ettiği alan kavramını yıllar sonra James Clerk Maxwell matematiksel olarak ifade ettiğinde, Faraday’ın değeri nihayet anlaşılmaya başlandı. Yani Faraday doğruyu bulmuştu, ama bunu anlatacak dili yoktu. Bu durum öfkelendirmedi. O hiçbir zaman ün peşinde koşmadı. Kraliyet tekliflerini reddetti, unvanlardan kaçındı, servet edinmeyi önemsemedi. Çünkü onun için bilim, yükselmek için değil, anlamak için vardı. “Bilim insanı olmak” onun gözünde bir kimlik değil, bir tavırdı. Faraday’ın bilime katkısı yalnızca elektrik motorlarının temeli ya da jeneratörlerin ilhamı değildir. Asıl katkısı, bilimin tek bir zihinsel kalıba mahkûm olmadığını göstermesidir. O, matematik bilmiyordu ama doğayı okuyabiliyordu.

Akademik otorite değildi, ama gerçeği hissedebiliyordu. Bu, bilim tarihinde çok rahatsız edici bir gerçektir. Çünkü Faraday şunu kanıtladı. Bilgi, her zaman en iyi eğitilmiş olanda değildir. Bilim dünyası, Faraday sayesinde şunu fark etmek zorunda kaldı. Deney, teoriye hizmet etmek zorunda değildir, bazen teori, deneye yetişmek zorundadır. Bu fark ediş, modern fiziğin zihinsel temelini değiştirdi. Alanlar, kuvvetler, enerji aktarımı gibi kavramlar, artık yalnızca hesaplanan değil, düşünülen şeyler haline geldi. Faraday hayatının sonuna doğru zihinsel yorgunluklar yaşadı. Belleği zayıfladı, kendini geri çekti. Ama ardında bıraktığı etki sessiz ama kalıcıydı. O, bilimi elitist bir kapalı alandan çıkarıp, gözlem yapabilen her zihnin alanına açmıştı. Ve belki de bu yüzden, bugün hala rahatsız edici bir örnek olarak duruyor.

Çünkü Michael Faraday, bize şunu söylüyor; bilim, diplomanın değil: dikkatin işidir. Unvanların değil: merakın ürünüdür. Ve bazen dünyayı değiştiren şey, formülü bilmek değil; doğru soruyu sormaktır.