“Dağlar çelik olsa, Türk’ün yüreği ateştir.”
Çok çok eski zamanlarda, Orta Asya’nın sonsuz bozkırlarında Türkler büyük bir devlet kurmuştu. Bu devletin adı Göktürklerdi. Atları gök gibi hızlı, savaşçıları yıldırım gibi cesurdu. Ancak kader, güçlüleri bile sınar. Bir gün, çevrelerindeki düşman kavimler birleşti ve Türkleri yok etmek için büyük bir saldırı düzenledi. Gökyüzü karardı, toprak kanla yıkandı, dağlar bile sessizliğe büründü. Savaşın sonunda Türklerin çoğu öldü. Kurtulan çok az kişi kalmıştı. İşte bu, yeniden doğacak milletin başlangıcıydı.
Yıkımdan kurtulanların arasında Kayı adlı bir prens vardı. Yaralı, bitkin ama ruhu hala ateşle doluydu. Yanında birkaç yoldaşıyla birlikte düşmanların gözünden kaçtı, uzak dağlara doğru yol aldı. Yolculuk günler, haftalar sürdü.
Nihayet yüksek dağlarla çevrili gizli bir vadi buldular. O vadiye giden yolu yalnızca Tanrı bilirdi. Burası Ergenekon’du.
Vadi, cennet gibiydi. Çayırlarında bin bir çiçek açar, sular billur gibi akardı. Dağların arasında kurtlar ulur, rüzgarlar kutsal melodiler taşırdı. Türkler orada yeni bir hayat kurdular. Demirci ocakları yaktılar, toprak işlediler, çocuklar doğdu, soy büyüdü. Ergenekon, onlar için bir sığınak, ama aynı zamanda bir rahim oldu, yeni bir millet orada olgunlaştı.
Yıllar geçti. Yüzyıllar geçti. Ergenekon’un vadisi artık dolup taşmıştı. Çocuklar çoğalmış, atlar çoğalmış, yüreklerde özgürlük özlemi büyümüştü. Ama dışarı çıkış yoktu. Dağlar çelik gibi kapalıydı. Bir gün, yaşlı bir bilge demirci ayağa kalktı: “Demirden dağlar bizi kapattıysa, demiri eritecek ateş yine bizdedir!” dedi. Böylece halk toplandı. Ocaklar kuruldu, dağların demir damarları bulundu. Yedi gün yedi gece boyunca, dağların etrafına odunlar yığıldı. Yedinci günün sabahı, Türk demircileri ateşi yaktı. Alevler gökyüzüne kadar yükseldi. Gökler kızardı, dağlar inledi. Dağların demiri yavaş yavaş erimeye başladı. Ve sonunda bir yarık açıldı o yarıktan özgürlük ışığı göründü. Türkler o açıklıktan dışarı çıktılar. İlk çıkanlar arasında Bozkurt vardı , Asena’nın soyundan gelen kutsal kurt. Kurt önlerine düştü, yol gösterdi. Ve Türkler, yeniden doğmuş gibi, özgürlüğe adım attılar.
O gün, Türklerin takvimine göre 21 Mart Nevruz günüydü. Gökyüzü mavi, toprak yeşildi. Ateşle doğan millet, güneşle yemin etti: “Biz demiri eriten bir milletiz. Bizi hiçbir zincir durduramaz.”
Ergenekon’dan çıkan Türkler, dağların ötesine geçip yeni yurtlarını kurdular. O gün Türk tarihi yeniden başladı. Yeni doğan bu topluluk, Göktürkler olarak anıldı. Ve bu efsane, binlerce yıl sonra bile “yeniden doğuşun” sembolü olarak anlatıldı.
Ergenekon’un Gizli Anlamı
Ergenekon sadece bir yer değil, bir bilincin sembolüdür. Türk mitolojisinde Ergenekon, “tutsaklıktan özgürlüğe geçiş”, “karanlıktan aydınlığa çıkış”, “yenilgiden yeniden diriliş” anlamına gelir.
Her Türk’ün içinde bir Ergenekon vardır, bir tutsaklık, bir zorluk, bir kapanmışlık. Ama her insanın içinde aynı zamanda o demiri eritecek ateş de vardır. İşte bu destan, yalnızca bir halkın değil, insan ruhunun hikayesidir. Ne kadar sıkışırsak sıkışalım, içimizdeki ateşle dağları eritebiliriz.
Bozkurt’un Yolu ve Ergenekon’un Öğrettiği
Ergenekon’dan çıkarken, önlerinde yürüyen bozkurt hiçbir zaman geri dönmedi. Onun izinden yürüyen her Türk, o günden sonra “kurt soyundan gelen” olarak anıldı. Kurt, aklın, cesaretin ve özgürlüğün simgesi haline geldi. Göktürklerin bayraklarında kurt başı yer aldı, ordular savaşta kurt ulumasıyla harekete geçti. Çünkü kurt, Asena’nın soyunu taşır; Asena’nın soyu da yeniden doğuşun hatırasıdır.
Ergenekon Destanı, Türk milletine şunu öğretir: Yenilsen bile, tükenmezsin. Dağlar seni hapsetse bile, ruhunu zincirleyemez. Çünkü senin içinde ateşin, demirin ve göğün çocukluğu vardır. Bu yüzden her Nevruz’da ateşler yakılır, üzerinden atlanır. Bu, sadece baharın değil; Ergenekon’dan çıkışın, yani yeniden doğuşun kutlamasıdır.
Ve o gün, herkesin kalbinde aynı ses yankılanır: “Biz Ergenekon’un çocuklarıyız. Dağlar bile bize engel olamaz.”
Ergenekon, tarih boyunca Türk milletinin kader aynası olmuştur. Her düşüşte bu destan hatırlanır; her dirilişte, o kutsal ateş yeniden yakılır. Çünkü Türk’ün özü ateştir, ateş de hiç sönmeyen bir umuttur.
Araştıran, Yazan
Serkan ÖZKAN