İnsan, ruhani bir varlık olduğunu sezdiği anlarda bile çoğu zaman hiç ölmeyecekmiş gibi planlar yapar, erteler, biriktirir, kırar ve kırılır; sanki zaman ona aitmiş, sanki beden eskimeyecek, sanki ruh bir gün durup “tamam artık” demeyecekmiş gibi, oysa maneviyat tam da bu yanılgının içinde, ölüm ihtimalinin sessiz varlığını kabul ederek ama onunla korku üzerinden değil, bilinç üzerinden ilişki kurmayı öğrenmekle başlar, çünkü ruh, faniliği inkâr ederek değil, faniliği bilerek derinleşir.
İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığında, kalabalıkların onayına tutunur, eşyaya anlam yükler, başarıyı varoluşun merkezine koyar ve çoğu zaman kendini o kadar meşgul eder ki, iç sesini duymamak için hayatı bilinçli bir gürültüye çevirir; fakat ruhani süreç dediğimiz şey, tam tersine, bu gürültünün içinden yavaşça çekilmek, sessizliğin rahatsız edici sorularına tahammül edebilmek ve “ben kimim” sorusunu, “ne oldum” sorusundan daha öne alabilme cesaretini göstermektir.
Maneviyat, insanı hayattan koparan bir soyutluk değil, aksine hayatın tam ortasında, ölümün kaçınılmazlığını bilerek daha şefkatli, daha sade ve daha dürüst yaşamayı öğreten bir hatırlayıştır; çünkü insan öleceğini bildiğinde daha az incitir, daha az hükmeder, daha az sahip olmaya çalışır ve buna rağmen, paradoksal bir şekilde, hayatı hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayanlardan çok daha dolu, çok daha sahici ve çok daha derin bir iz bırakarak dünyadan geçer.