Bu cümle bir savunma değildir; kendini aklama ihtiyacından değil, anlaşılma arzusundan doğar ve tam da bu yüzden, çoğu zaman en sessiz ama en derin çatışmaların merkezinde yer alır, çünkü insan haklı olmaktan önce görülmek ister, görülmeyen her haklılık ise zamanla içe doğru çöken, sesini yükseltmeden insanın omuzlarına ağırlık yapan bir yüke dönüşür. Benim haklı olmam, senin haksız olduğun anlamına gelmez dediğinde, aslında bir sınır çizmezsin; tam tersine, iki insan arasında görünmez ama hayati bir mesafe ölçüsü belirlersin, çünkü aynı gerçeğe bakan iki kişi bile, hayatı farklı yüklerle, farklı korkularla, farklı geçmişlerin gölgeleriyle izliyorsa, ortaya çıkan sonuçlar kaçınılmaz olarak birbirinden ayrılır ve bu ayrılık çoğu zaman bir çatışma değil, bir örtüşememe halidir.
İnsanlar genellikle anlaşmazlıkları fikir farkı sanır; oysa çoğu tartışma, fikrin değil konumun farklı olmasından doğar, biri hayatı yaralarıyla okurken diğeri mesafeyle yorumlar, biri bir cümleyi hayatta kalma refleksiyle söylerken diğeri onu soğukkanlı bir mantık egzersizi gibi duyar, işte tam bu noktada haklılık kavramı anlamını yitirir, çünkü ortada yarışacak doğrular değil, taşınan yükler vardır. Hayata benim tarafımdan bakmadığın anlamına gelir cümlesi, bir suçlama değildir; bu cümle, karşısındakine yöneltilmiş sessiz bir davettir, “gel ve benim durduğum yerden bak” çağrısıdır, çünkü empati, onaylamak değil, konum değiştirmeyi göze almak demektir ve çoğu insan başkasının yerine geçmekten değil, kendi yerini kaybetmekten korktuğu için anlamayı erteler.
Haklı olmanın en ağır tarafı, çoğu zaman yalnız kalmasıdır; çünkü insan haklı olduğunda değil, anlaşıldığında hafifler, ama anlaşılmadığında, en doğru cümleler bile boğazda düğümlenen, açıklanamayan bir yorgunluğa dönüşür, bu yüzden bazı insanlar susar, bazıları ise aynı şeyi defalarca anlatır, çünkü ikisi de aslında aynı ihtiyacın etrafında dolanır: “Beni benim yaşadığım yerden gör.” Bu bakış açısı, ilişkilerdeki güç savaşlarını da anlamsızlaştırır; kim kazandı, kim kaybetti sorusu önemini yitirir, yerini çok daha zor ama çok daha gerçek bir soruya bırakır: “Birbirimizi gerçekten gördük mü?” Çünkü görülmeyen her duygu, zamanla sertleşir; görülmeyen her haklılık, savunmaya; savunma ise mesafeye dönüşür.
Belki de olgunluk, haklı olmaktan vazgeçmek değil, haklılığı bir silah gibi taşımamayı öğrenmektir; kendi gerçeğini savunurken başkasının gerçeğini yok saymamayı başarabilmek, aynı masada oturup farklı pencerelerden aynı hayata bakabilme cesaretidir ve bu cesaret, çoğu zaman ses yükseltmekten değil, dinlemeyi göze almaktan doğar. Çünkü hayat, tek bir açıdan bakıldığında netleşmez; insan, ancak başkasının durduğu yere bir anlığına ayak bastığında, kendi haklılığının bile ne kadar insani ve eksik olduğunu fark eder ve belki de o an, tartışmalar biter, yerini anlayışın sessiz ama kalıcı ağırlığı alır.