İstanbul’un üstü kadar altı da katman katman bir hafıza taşır; ancak bazı yerler vardır ki yerin altında olmalarına rağmen, bilinçte daha ağır bir iz bırakır ve Zeyrek çevresindeki sarnıçlar, tam olarak bu türden mekanlardır, çünkü burası yalnızca su depolamak için inşa edilmiş boşluklar değil, zamanın ve sessizliğin biriktiği yer altı odaları gibidir. Zeyrek, Bizans döneminde Pantokrator Manastırı’nın çevresinde şekillenmiş, ruhban sınıfının, şifacıların ve inzivaya çekilenlerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgeydi; bu nedenle burada inşa edilen sarnıçlar, sıradan mühendislik yapıları olmanın ötesinde, ritüel sessizliğe uygun, yankıyı boğan, sesi emen ve zihni içe doğru çeken bir mimari anlayışla tasarlanmıştır.
Sarnıçların içindeki hava her zaman ağır ve yoğundur; bu yalnızca nem ya da taş kokusundan kaynaklanmaz, çünkü bu alanlarda ses dalgaları bile farklı davranır, konuşulan kelimeler kısa sürede yok olur, yankı oluşmaz ve insan farkında olmadan sesini kısmaya başlar, bu da bilinç üzerinde baskı değil, garip bir içe çekilme etkisi yaratır. Enerji açısından bakıldığında Zeyrek sarnıçları, toprak ve su frekansının aşırı yoğunlaştığı alanlardır; bu yoğunluk, bedeni yavaşlatır, zihni ağırlaştırır ve zaman algısını bozar, bu yüzden bu alanlara giren kişiler çoğu zaman kaç dakika ya da saat geçtiğini doğru tahmin edemez, sanki zaman burada akmak yerine çöker.
Bizans döneminde bu tür alanların yalnızca su için değil, arınma ve zihinsel hazırlık için de kullanıldığına dair izler vardır; sessizlik, karanlık ve serinlik birleştiğinde, insan bilinci doğal olarak iç gözleme yönelir ve bu durum, bugünün dilinde “meditatif hal” olarak tanımlanabilecek bir duruma karşılık gelir. Zeyrek çevresinde yaşayan bazı eski sakinlerin, bu sarnıçların bulunduğu noktalarda geceleri uyuyamama, yoğun rüyalar görme ya da sebepsiz bir huzursuzluk hissetme anlatıları tesadüf değildir; çünkü yer altındaki bu alanlar, yüzyıllar boyunca bastırılmış duyguların, korkuların ve duaların izini taşır ve zaman zaman bu izler yüzeye doğru sızar.
Bu bölgede dolaşırken bazı sokakların neden aniden daraldığı, bazı evlerin neden garip biçimde içe kapandığı da bu yer altı yapılarıyla ilişkilidir; çünkü sarnıçların bulunduğu alanlar, üstteki mimariyi de fark edilmeden şekillendirmiş, binalar sanki yerin altındaki boşluklara saygı duyar gibi konumlanmıştır. Gece saatlerinde ya da yağmurdan sonra bu alanın enerjisi daha belirgin hissedilir; yer altındaki nem ve su hareketi arttıkça, mekânın titreşimi yükselir, insanlar sebepsiz bir ağırlık ya da derinlik hissi yaşar ve bu his, çoğu zaman kelimelere dökülemez.
Bugün Zeyrek sarnıçları büyük ölçüde kapalı, unutulmuş ya da gündelik hayatın gürültüsü altında görünmez hale gelmiş olsa da, İstanbul’un enerji haritasında hala aktif birer düğüm noktası olarak varlıklarını sürdürürler; burası geçmişin yalnızca taşlarda değil, boşluklarda da saklandığını hatırlatan ender alanlardan biridir. Zeyrek’te yürürken hissedilen o açıklanması zor ağırlık, korku değil, bastırılmış bir hatırlamadır; sanki şehir burada konuşmaz ama dinler ve insan, farkında olmadan kendi iç sesini bu sessizlikte daha net duymaya başlar.