Varoluşsal Sancı [ 22 Aralık 2025 ]


Varoluşsal Sancı

Varoluşsal sancı, insanın bir sabah uyandığında hiçbir somut acısı yokken göğsünde beliren o tarif edilemez sıkışmayla kendini ele verir; ne tam bir hüzündür ne de doğrudan bir korku, daha çok “buradayım ama neden buradayım?” sorusunun cevapsız kalmasından doğan sessiz bir ağırlıktır ve insan o an, yaşadığını değil de yaşamak zorunda olduğunu fark eder.

Bu sancı çoğu zaman büyük trajedilerden değil, tam tersine her şeyin yolunda olduğu anlardan filizlenir; düzen vardır, planlar vardır, insanlar vardır ama bütün bunların arasında insanın kendisi eksiktir, çünkü ruh, kendisine sorulmadan yazılmış bir senaryonun içinde yürüdüğünü sezmiştir ve itiraz edemediği için acıtmaya başlar. 

Varoluşsal sancı, cevap arayan bir zihnin değil, anlam arayan bir ruhun yorgunluğudur; insan kim olduğunu, neyi sevdiğini, neden bazı geceler sebepsiz yere daraldığını düşündükçe sancı artar, çünkü bazı soruların cevabı bilgiyle değil, cesaretle bulunur ve çoğu insan bu cesareti ertelemeyi seçer. Bu sancının en zor tarafı, dışarıdan bakıldığında görünmez oluşudur; insan gülümser, çalışır, sohbet eder, hatta başkalarına akıl verir ama içten içe, yaşadığı hayatla kuramadığı bağın yasını tutar ve bu yasın adı konulmadığı için uzun sürer, ağırlaşır, içe çöker. Ama varoluşsal sancı aynı zamanda bir çağrıdır; insanın kendi özüne, bastırdığı arzularına, ertelenmiş hayallerine ve susturulmuş sesine yapılan sessiz bir davettir, çünkü hiçbir sancı boşuna değildir ve bu sancı, insanı ya daha derin bir uyuşmaya ya da daha sahici bir uyanışa götürür.

Bazıları bu sancıyı bastırır, oyalamalarla örter, alışkanlıklarla susturur; bazılarıysa onu dinler, anlamaya çalışır ve işte tam o noktada sancı yavaş yavaş bir pusulaya dönüşür, çünkü insan ancak rahatsız olduğu yerde kendini aramaya başlar.