Alışmamayı Seçmek: Şiddetin Gündelikleştiği Çağda Vicdanın Huzursuzluğu
Şiddetin artık uzak, nadir ve istisnai bir olay gibi değil; gündelik hayatın akışı içinde tekrar tekrar karşılaşılan, başlıklarla hızla tüketilen bir içerik haline geldiği bir dünyada içsel bir huzursuzluk yaşamak abartı ya da zayıflık değil, olan bitene hala tam olarak uyum sağlayamamış bir vicdanın doğal tepkisi olarak okunabilir.
Şiddet artık istisna olarak anlatılmıyor, sarsıcı bir kırılma anı gibi ele alınmıyor; günlük akışın bir parçası, alışılması beklenen bir gerçeklik gibi sunuluyor ve tam da bu yüzden insan zihninde güven duygusu sessizce aşınıyor, kalabalıklar daha tedirgin edici, yabancılar daha mesafeli, temas daha dikkatli hale geliyor.
Asıl korkunç olan olayların kendisinden çok, bu olaylara verilen tepkisizlik; çünkü bir haber okunuyor, birkaç kelime ediliyor ve hayat devam ediyor, şaşırma süresi kısalıyor, vicdan refleksi törpüleniyor ve bu noktada rahatsızlık duyanlar kendilerini sorgulamaya başlıyor: Fazla mı hassaslar, yoksa gerçekten burada ciddi bir sorun mu var?
Belki de sorun korkmak değil; sorun, korkulması gereken şeylerin sıradanlaştırılması. Belki de iç sıkıntısı, kalabalıkta huzursuzluk, insanlara karşı seçicilik bir zayıflık değil, dünyanın gidişatına karşı hala çalışan bir farkındalık mekanizmasıdır. Bu yüzden herkesle yakın olmak, her ortama girmek, sürekli sosyal kalmak bir erdem olmak zorunda değil; bazıları için sınır koymak, teması azaltmak, ilişkileri derin ama az tutmak bir kaçış değil, kendini koruma biçimidir ve şiddetin bu kadar görünür olduğu bir Çağda temkinli olmak karanlığa teslim olmak değil, ona teslim olmamayı seçmektir.
Dünya gerçekten tuhaf bir yer haline gelmiş olabilir ama bu tuhaflık karşısında hala içi daralanlar, hala ürperenler, hala “bu normal değil” diyebilenler varsa, belki de mesele dünyanın deliliği değil, insanlığın henüz tamamen kaybolmamış olmasıdır.
Bazen birine nefes olan şey umut dolu sloganlar değil, bu rahatsızlığın paylaşıldığını bilmenin sessiz rahatlığıdır.