Gölge, ışığın eksikliği değildir yalnızca; varlığın başka bir yüzüdür, görünen ile görünmeyenin arasına düşen ince, sessiz bir perde gibidir. Bir insan yürürken arkasından uzayan karanlık şekil, onun sadece fiziksel biçiminin değil, taşıdığı hatıraların, korkuların, arzuların ve söyleyemediği cümlelerin dışarıya yansımasıdır; çünkü gölge bazen bizden daha cesur, bazen bizden daha ürkek, bazen bizden daha gerçek durur. Ruhani düzlemde gölge, insanın görünmeyen yüklerinin, köklerden gelen anıların, atalarından devraldığı sessiz mirasın bir sembolü gibidir; hiçbir kelime söylemez ama varlığı, içimizde bir yerin tanıdık bir şekilde sızladığını hissettirir.
Gece olduğunda gölgeler büyür, şekil değiştirir, duvarlara tırmanır ve pencere kenarında beklerler; kimseyle konuşmazlar, kimseye saldırmazlar, sadece orada dururlar, sanki insanın içindeki karanlıkla nöbet tutar gibi. Bir gölgeye bakmak, bazen kendine bakmaktır: neyi sakladığını, neyin seni takip ettiğini, hangi korkunun hangi köşede sessizce çömeldiğini görmektir. Işık değişince gölge de değişir; bu yüzden insanın kaderi gibi, gölge de sabit değildir. Ruhanî anlamda gölge, karanlığın değil, tamamlanmışlığın işaretidir; çünkü ışığın olduğu her yerde gölge vardır ve gölgenin olduğu her yerde bir insanın var olduğuna dair sessiz, ama güçlü bir doğrulama bulunur.