Bazı bedenler vardır ki taşıdıkları ağırlık kaslardan, kemiklerden ya da yıllardan gelmez; o ağırlık, insanın olmak istemediği bir hayata her sabah uyanmasından, içten içe başka bir yerde olması gerektiğini bilip yine de aynı bedende kalmaya devam etmesinden kaynaklanır ve zamanla ruh, kendisini barındıran bu bedeni bir yuva gibi değil, gecikmiş bir zorunluluk gibi hissetmeye başlar. İnsan yürür, konuşur, gülümser ama bütün bunlar ruhun isteğiyle değil, bedenin alışkanlığıyla yapılır.
Ruh hafiftir aslında; anlamla, merakla, bağ kurma ihtiyacıyla beslenir ama beden, hayatın yüklerini depoladıkça ağırlaşır, beklentiler, roller, korkular ve ertelenmiş arzular kaslara değil, duruşa yerleşir. Bu yüzden bazı insanlar genç görünür ama yorgundur, sağlıklıdır ama isteksizdir, çünkü bedenleri ayakta durur ama ruhları o bedeni taşımayı artık kabul etmek istemez.
En zor olan da bu çatışmanın dışarıdan fark edilmemesidir; çünkü ruha ağır gelen bedenler çoğu zaman normal görünür, işine gider, sorumluluklarını yerine getirir, kimseye yük olmaz. Oysa içeride sessiz bir direniş vardır: Ruh, her gün biraz daha geri çekilir, daha az konuşur, daha az ister, daha az hayal kurar ve sonunda bedenin temposuna ayak uydurmak için kendini küçültür.
Belki de insanın en büyük yorgunluğu uykusuzluk değil, ruhuyla bedeni arasındaki mesafedir; çünkü beden ilerlerken ruh geride kaldığında, hayat yaşanıyor gibi görünür ama hissedilmez. İnsan bazen ölmek istemediği halde, bu kadar ağır bir bedende yaşamaya devam etmek istemediğini fark eder.