Özlem ve mesafeler, insanın yalnızca bir yerden başka bir yere gitmesiyle değil, bir halden başka bir hale sürüklenmesiyle başlar. Farklı bir ülkede yaşamak, takvim yapraklarının değişmesinden çok daha fazlasıdır. Çünkü insan geride bıraktığı sokakları, dili, kokuları ve sevdiklerini zihninde taşırken, bulunduğu yerde hem vardır hem yoktur, tam anlamıyla ait olamadığı iki dünyanın arasında salınır.
Uzak mesafe, sadece kilometrelerle ölçülen bir boşluk değildir; saat farklarıyla bölünen konuşmalar, ertelenen sarılmalar ve ekrandan taşamayan duygularla büyüyen bir aralıktır. İnsan sevdiği insanlara duyduğu özlemi, zamanla yaşadığı ülkeye duyduğu özlemle karıştırır. Bir yeri mi, bir sesi mi, yoksa eski hâlini mi özlediğini ayırt edemez ve bu belirsizlik, özlemi daha da ağırlaştırır.
Yeniden alışmak belki de en zor kısmıdır, insan uzun süre uzakta kaldıktan sonra döndüğünde ya da dönebileceğini düşündüğünde fark eder ki ne kendisi aynı kalmıştır ne de bıraktığı yer. Sevdiklerin tanıdık ama mesafelidir, sokaklar bildik ama yabancıdır, eski düzen sıcak ama dar gelir ve insan, özlemini çektiği şeye kavuştuğunda bile tam olarak rahatlayamaz, çünkü artık iki yere de aynı anda ait olamayacağını sessizce anlamıştır.
Bu süreçte sevgi, bir yandan güçlendirici bir bağ olurken bir yandan da kırılganlaşır. Çünkü mesafe sevgiyi büyütebilir ama belirsizlikle birleştiğinde onu yorar. Ne zaman kavuşulacağı, neyin geride bırakılacağı, hangi hayatın kalıcı olacağı net değildir ve insan bu soruların cevabını bulamadan sevmeye devam eder.
Belki de özlem ve mesafelerin en gerçek tarafı şudur; insan bazen bir ülkeyi değil, o ülkedeyken kim olduğunu özler; bazen sevdiklerini değil, onlarla birlikteyken hissettiği bütünlüğü arar. Bu arayış, insanı ne tamamen gurbete ne de tamamen eve ait kılar. Onu, sevgiyle özlemin arasında, sürekli yeniden alışmaya çalışan bir yere yerleştirir.