Feng shui, çoğu zaman yanlış bir biçimde yalnızca koltuğun yönünü değiştirmek, bir objeyi sağa almak ya da bir bitki eklemek gibi yüzeysel müdahalelerle anılır; oysa bu kadim öğreti, mekanı bir dekorasyon alanı olarak değil, insanın bilinç halini yansıtan ve aynı zamanda onu şekillendiren canlı bir organizma olarak ele alır ve tam da bu nedenle feng shui ile yapılan her dekorasyon, aslında kişinin kendi iç düzenine dokunan sessiz bir müdahale haline gelir. Bir mekana girdiğinde seni rahatlatan ya da sebepsiz yere huzursuz eden şey, çoğu zaman estetikten çok enerjinin akış biçimidir; feng shui bu noktada “güzel olan” ile “uyumlu olan” arasındaki farkı hatırlatır çünkü her güzel görünen şey, her zaman iyi hissettirmez ve her sade düzen, her zaman denge yaratmaz.
Feng shui’ye göre dekorasyon, eşya eklemekten çok gereksizi ayıklamakla başlar; çünkü bir odada biriken her fazla nesne, yalnızca fiziksel alanı değil, zihinsel alanı da daraltır ve insan fark etmeden geçmişin yüklerini, bitmiş duyguları ya da ertelenmiş kararları eşyalar üzerinden mekanda tutmaya devam eder. Bu anlayışta kapılar yalnızca giriş çıkış noktaları değil, enerjinin mekana nasıl davrandığını belirleyen eşiklerdir; kapıdan girildiğinde doğrudan bir duvara çarpan enerji sıkışır, karmaşaya dönüşür, bu yüzden feng shui dekorasyonunda alanın ilk karşılaşması yumuşak, akışkan ve davetkar olmalıdır, tıpkı bir insanın yeni bir ortama girerken ihtiyaç duyduğu geçiş alanı gibi.
Renkler, feng shui’de yalnızca estetik tercih değil, psikolojik ve enerjik frekans taşıyıcılarıdır; örneğin aşırı soğuk tonlar zihni uyanık tutarken bedeni gerilimde bırakabilir, aşırı sıcak tonlar ise hareketi artırırken huzuru zorlayabilir ve bu yüzden dekorasyonda renk seçimi, “seviyorum”dan çok “bu halimle neye ihtiyacım var?” sorusuyla yapılmalıdır. Mobilyaların yerleşimi de benzer şekilde işlevsel olmaktan öte bir anlam taşır; sırtı kapıya dönük bir oturma alanı, farkında olunmayan bir güvensizlik hissi yaratabilir, yatağın tam karşısında ayna bulunması zihni sürekli uyanık tutarak dinlenmeyi zorlaştırabilir, çalışma alanında karmaşa ise üretkenlikten çok zihinsel dağınıklığı besler ve bütün bunlar, dekorasyonun psikolojiyle nasıl iç içe geçtiğinin sessiz göstergeleridir.
Feng shui ile dekorasyonda en çok göz ardı edilen konulardan biri de ışık ve boşluk dengesidir; mekânın tamamen dolu olması enerji akışını boğar, tamamen boş olması ise köksüzlük hissi yaratır, bu nedenle feng shui, “denge” kavramını statik değil, yaşayan bir denge olarak ele alır ve bu denge zamanla, kişinin ruh haline göre değişebilir. Bitkiler, bu anlayışta yalnızca dekoratif unsur değil, mekanın nefes alma biçimidir; ancak her bitki her alana uygun değildir çünkü canlılık enerjisi taşıyan bitkiler yanlış yerde kullanıldığında huzur değil, hareket ve huzursuzluk yaratabilir ve bu yüzden feng shui, bitkiyi “iyi” ya da “kötü” diye ayırmaz, yalnızca doğru yer doğru enerji ilişkisini sorgular.
Asıl önemli olan nokta şudur: Feng shui ile yapılan dekorasyon, hayatı kontrol etme çabası değildir; aksine kontrol ihtiyacını gevşetme, akışı zorlamadan düzenleme pratiğidir ve bu yüzden iyi yapılmış bir feng shui düzenlemesi, “mükemmel” görünmez ama “doğru” hissettirir. Belki de feng shui’nin dekorasyona kattığı en değerli bakış açısı, mekanın sana hizmet eden bir arka plan değil, seninle sürekli konuşan bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır; dağınık bir ev çoğu zaman dağınık bir zihnin sonucu değil, sürdürülemeyen bir hayat temposunun izidir ve feng shui, bu izleri silmek yerine onları fark etmeyi öğretir. Çünkü bazı evler yenilenmek istemez, anlaşılmak ister.