Kaybın Öğrettiği Sessiz Bilgelik [ 07 Aralık 2025 ]


Kaybın Öğrettiği Sessiz Bilgelik

Ebeveyni Kaybedilmeden Ölüm Anlaşılmaz

Bir insan ebeveynini kaybetmeden ölümün gerçek yüzünü tam olarak anlayamaz, çünkü ölüm o zamana kadar soyut bir düşünce, başkalarının başından geçen bir olay, uzaktan üzüntüyle izlenen bir gölge gibidir; fakat anne ya da baba gittiğinde, ölüm bir haber olmaktan çıkar, eve gelir, masaya oturur, odadaki boş sandalyeye yerleşir ve insan o andan itibaren hayatı eskisi gibi göremez. Bir ebeveynin kaybı, yalnızca sevilen bir insanın yokluğu değildir; aynı zamanda çocukluğun, korunma hissinin, sırtını dayadığın ağacın, kimliğinin ilk köklerinin toprağa gömülmesidir. İnsan bu noktada fark eder ki ölüm sadece bir bitiş değil, aynı zamanda iç dünyada başlayan büyük bir dönüşümdür. Artık hiçbir şey sonsuz değildir, hiçbir sarılma garanti değildir, hiçbir gün tekrar edilemez ve her şeyin kıymeti, ancak kaybedildiğinde gözle görünür hale gelir.

Ebeveyn kaybı, insanın içindeki çocuğu sessizce uyandırır; yaş kaç olursa olsun, o gün herkes yine küçücüktür, bir yetişkin gibi davranmaya çalışırken bile içten içe fısıldanan tek bir cümle duyulur: “Ben şimdi kime yaslanacağım?” Bu soru, insanın yalnızlığını büyütmez, aksine olgunlaştırır; çünkü o andan sonra insan anlar ki yaslanabileceği gerçek yer, dışarıdaki insanlar değil, içindeki dayanıklılıktır. Ölümle sınanan kişi, kendini yeniden kurmak zorunda kalır; sevginin ağırlığı, hatıraların sıcaklığı, göğüste biriken sızı, hepsi aynı masada oturur ve insan yaşadığı kaybı kabullenmese bile onunla yaşamayı öğrenir. Ölümün öğretisi serttir, ama adildir, hiçbir şey elimizde sonsuza kadar kalmaz, bu yüzden şefkat, sabır ve sevgi geciktirilmemelidir.

Ebeveyn kaybından sonra dünya aynı kalır gibi görünür, sokaklar yine kalabalık, trafik yine gürültülü, insanlar yine günlük telaşlarına devam eder fakat kaybeden kişi için zaman başka bir ritme geçer. Dakikalar ağırlaşır, bazı anlar büyür, bazı cümleler boğazda düğümlenir; hayat devam eder ama içeride bir şey eksik kalır ve bu eksiklik, insanı daha derin bir bakışa davet eder. O günden sonra sözler değişir, öncelikler değişir, kırgınlıklar anlamsızlaşır, küçük tartışmalar hükmünü kaybeder çünkü insan ölümü ilk kez gerçekten hissettiğinde, yaşamın ne kadar kıymetli olduğunu bütün çıplaklığıyla görür.

Bir ebeveyni kaybetmek, insanın köklerinin bir kısmının toprağın altına indiğini hissettiren bir süreçtir. Fakat tam da bu noktada köklerin başka bir yönü güçlenir ve insan kendi başına ayakta durmayı öğrenir. Bu acı, zamanla bir bilgelik haline gelir, gözyaşı kurumaz, ama damlamayı durdurmayı bilir, kalp kırık kalır ama kırıklığın içinde ışık bulmayı da öğrenir. Belki de ölümün gerçek yüzü budur; yokluk değil, dönüşüm; son değil, fark ediş; korku değil, olgunlaşma. Ebeveyn kaybı insana hem ne kadar küçük olduğunu hem de ne kadar güçlü olabileceğini gösterir ve bu iki duygu bir arada büyür.