Eski zamanlarda meditasyon, bireysel bir rahatlama pratiği ya da zihinsel sakinleşme aracı olarak değil, insan ile evren arasındaki görünmeyen düzenin yeniden hizalanması için uygulanan kutsal bir ritüelin merkezinde yer alan, son derece ciddi ve disiplinli bir bilinç çalışması olarak kabul edilirdi; çünkü kadim insan için dünya yalnızca maddeden ibaret değildi ve her taşın, her gölgenin, her yıldızın insan bilinciyle temas kuran bir titreşimi olduğuna inanılırdı. Bu ritüellerde meditasyon, çoğu zaman uzun hazırlık süreçleriyle başlardı; bedensel arınma, belirli yiyeceklerden uzak durma, belirli zaman dilimlerinde sessiz kalma ve doğanın ritmiyle uyumlu saatlerin seçilmesi, zihnin sıradan düşünce alışkanlıklarından koparılması için gerekli görülür, çünkü ritüel alanına hazırlıksız giren bir bilincin, açılacak sembolik kapıları yanlış okuyacağına inanılırdı.
Kadim tapınaklarda ve kutsal alanlarda uygulanan meditasyonlar genellikle belirli yönlere bakılarak, belirli duruşlarla ve belirli nefes ritimleriyle gerçekleştirilirdi; güneşin doğuşu ya da batışı, ayın belirli evreleri, mevsim geçişleri ve gökyüzündeki gezegen dizilimleri, ritüelin zamanını belirleyen temel unsurlardı, çünkü insan bilincinin kozmik hareketlerle senkronize edildiğinde daha geçirgen hale geldiği düşünülürdü. Bu dönemlerde meditasyon sessizlikle sınırlı değildi; ritüel sırasında kullanılan davulların ritmik sesi, tekdüze ilahiler, fısıltı halinde tekrar edilen kutsal sözcükler ya da nefesle uyumlu mırıldanmalar, zihni doğrusal düşünceden kopararak trans benzeri bir farkındalık haline taşımak için kullanılırdı ve bu sesler, bilinci bir noktaya sabitlemekten çok, onu zaman algısının dışına çekmeyi amaçlardı.
Ateş, eski ritüellerde meditasyonun ayrılmaz bir parçasıydı; alevin titreşimi, ışığın karanlıkla kurduğu ilişki ve ateşin sürekli değişen ama hiç durmayan doğası, meditasyon yapan kişi için hem içsel dönüşümün hem de sürekliliğin sembolü olarak görülür, uzun süre alev izleyerek yapılan meditasyonlar, zihnin kontrol ihtiyacını gevşetir ve bilinci daha akışkan bir hale getirirdi. Bazı kadim kültürlerde meditasyon, toplu olarak uygulanırdı; aynı anda nefes alan, aynı ritimde hareket eden ve aynı sessizlikte duran insanlar, bireysel bilincin ötesinde kolektif bir farkındalık alanı oluşturduklarına inanır, bu alanın özellikle şifa, korunma ve mevsimsel geçiş ritüellerinde etkili olduğu düşünülürdü, çünkü tek bir bilincin sınırlı gücü, ortak niyetle genişletilirdi.
Ritüel meditasyonların en dikkat çekici yönlerinden biri, sürenin belirsizliğiydi; saat ya da zaman ölçümü yapılmaz, ritüelin ne zaman sona ereceğine zihinsel bir karar verilmezdi, çünkü bu uygulamalarda amaç bir başlangıç ve bitiş belirlemek değil, bilincin zaman kavramını çözerek daha geniş bir algı düzlemine geçmesini sağlamaktı. Kadim metinlerde sıkça vurgulanan bir anlayış vardır: Ritüel, insanı değiştirmez; insan ritüele hazır hale geldiğinde değişim zaten gerçekleşmiştir; bu nedenle meditasyon, ritüelin sonunda ulaşılacak bir hedef değil, ritüelin kendisi olarak görülür ve dış dünyada yapılan her sembolik hareket, iç dünyada gerçekleşen sessiz dönüşümün bir yansıması kabul edilirdi.
Bu eski anlayışta meditasyon, kutsal olanı dışarıda aramak yerine insanın kendi içsel alanında bulmasına aracılık eden bir geçit gibiydi; ne kadar derinleşirse o kadar sadeleşen, ne kadar sadeleştikçe o kadar güçlü hale gelen bu pratik, kadim insanın evrenle konuşma biçimiydi ve kelimeler yetersiz kaldığında, sessizlik en güvenilir dil olarak seçilirdi.