İzafiyet, çoğu zaman bilimin soğuk formüllerine hapsedilmiş bir kavram gibi görünse de, insan zihninin ve varoluş deneyiminin tam merkezinde duran, hakikatin tek bir noktadan değil, bakışın konumundan, hızından, niyetinden ve hatta korkularından bile etkilendiğini fısıldayan sessiz bir öğretidir; çünkü aynı olay, aynı söz, aynı gerçek, bakan kişinin bulunduğu yer değiştiğinde bambaşka anlamlar kazanabilir ve bu durum yalnızca fiziksel evrene değil, insan ilişkilerine, adalete, inanca ve vicdana kadar uzanan geniş bir alanı etkiler. Bir insan için zaman ağırlaşırken bir başkası için hızla akabilir, bir acı birine göre unutulmaz bir kırılma anıyken, bir başkası için yalnızca geçip giden bir anı olarak kalabilir; işte izafiyet tam da burada devreye girer ve bize mutlak diye savunduğumuz pek çok yargının aslında şartlara, konuma ve farkındalık seviyesine bağlı olarak şekillendiğini hatırlatır, böylece kesinlik iddiası taşıyan her düşünceye gölge düşürür.
Hakikat dediğimiz şeyin bile izafi bir yüzü vardır; çünkü insan, gerçeği çıplak haliyle değil, zihninin filtrelerinden süzerek algılar, geçmiş deneyimleri, korkuları, beklentileri ve arzuları o gerçeğin biçimini değiştirir, bu yüzden iki kişi aynı olaya bakarken aslında iki farklı evrene bakıyormuş gibi konuşur ve çoğu çatışma, tam olarak bu izafi algıların çarpışmasından doğar. İzafiyet bize kibri azaltmayı öğretir; çünkü “ben biliyorum” cümlesinin hemen arkasında “benim baktığım yerden” ifadesi gizlidir ve bu gizli ek ortaya çıkarıldığında, bilgi kesin bir kule olmaktan çıkar, daha çok rüzgarın yönüne göre şekillenen bir yapı halini alır; işte bu farkındalık, insanı yargı dağıtan bir otorite olmaktan alıkoyar ve onu anlamaya çalışan bir gözlemciye dönüştürür.
Zamanın izafiliği ise insanın hayatla olan kavgasını daha da görünür kılar; çünkü beklerken uzayan dakikalar, mutlu anlarda kısalan saatler bize kronometreyle ölçülen zamanın değil, bilinçle yaşanan zamanın gerçek belirleyici olduğunu gösterir, bu da hayatın aslında takvimlerden değil, farkındalık anlarından oluştuğunu düşündürür. Belki de izafiyetin en rahatsız edici yanı, insanın kendini mutlak doğruların güvenli limanında saklamasına izin vermemesidir; çünkü izafi bir evrende yaşamak, sürekli olarak “ya yanılıyorsam” sorusuyla yüzleşmeyi, kesinlik yerine esnekliği seçmeyi, siyah beyaz yargılar yerine gri alanlarda yürümeyi gerektirir ve bu, çoğu insan için konfordan çok cesaret ister. Sonunda izafiyet bize şunu fısıldar: Gerçek, tek bir pencereden bakıldığında daralır, çoğaldıkça derinleşir; insan, hakikate yaklaşmak istiyorsa hızını değil farkındalığını ayarlamalı, başkasının baktığı yerden bakmayı denemeli ve mutlak olduğuna inandığı her düşüncenin altına küçük ama sarsıcı bir not düşmelidir: “Bu, benim izafem.”