Türklerde Kut Anlayışı
Türk düşünce dünyasında “kut” kavramı, yalnızca bir yönetme yetkisini, bir hükümdarlık ayrıcalığını ya da soyut bir kutsallığı ifade eden dar bir terim olmaktan çok daha öteye uzanır; kut, gökle yer arasında kurulan görünmez bir bağın, insanla evren arasındaki sessiz ama bağlayıcı sözleşmenin, kaderin bilinçle temas ettiği o ince eşikte ortaya çıkan ilahi bir onayın adıdır. Kut, Tanrı’nın insanlara eşit dağıttığı bir lütuf değildir; o, seçilmiş'liğin, sorumlulukla birlikte gelen bir yükün ve taşınması zor bir bilincin sembolüdür. Kadim Türk topluluklarında evren, kaotik bir boşluk olarak değil, düzeni olan, dengesi korunması gereken ve her varlığın kendi yerini bilmesiyle ayakta duran bir bütün olarak algılanmıştır; bu bütün içinde Tanrı (Gök Teng'ri), yalnızca yaratıcı değil, aynı zamanda düzenin koruyucusu, adaletin kaynağı ve kozmik ahengin gözeticisidir. İşte kut, bu kozmik düzenin yeryüzündeki temsilcilerine, yani kağanlara ve hanlara verilen geçici ama güçlü bir emanettir.
Kut sahibi olmak, Tanrı’nın gözünde seçilmiş olmak anlamına gelir; fakat bu seçilmiş'lik, mutlak bir dokunulmazlık ya da sorgulanamaz bir üstünlük değil, aksine sürekli sınanan, her an geri alınabilecek bir ilahi onaydır. Bu nedenle Türk devlet geleneğinde hükümdar, yalnızca buyuran değil, aynı zamanda adalet dağıtan, halkını koruyan, töreye sadık kalan ve evrensel dengeyi bozmamaya çalışan bir figür olmak zorundadır; çünkü kut, ancak töreyle birlikte var olabilir. Töre bozulduğunda, adalet zedelendiğinde, halk aç bırakıldığında ya da kağan kendi nefsini devletin önüne koyduğunda, kut sessizce geri çekilir; bu geri çekiliş bazen bir yenilgiyle, bazen bir isyanla, bazen de hanedanların tarih sahnesinden silinmesiyle kendini gösterir. Bu yönüyle kut, Türk siyasal düşüncesinde iktidarı sınırlayan en güçlü metafizik mekanizmalardan biridir.
Dikkat çekici olan şudur ki, kut yalnızca kağana ait bir enerji olarak düşünülmez; kağanın ailesi, soyu ve hatta zaman zaman halkın tamamı bu kutsal onaydan pay alabilir. Bu yüzden Türklerde “kutlu soy” anlayışı ortaya çıkmış, hanedanların meşruiyeti kan bağıyla değil, Tanrı’nın verdiği kutla açıklanmıştır. Ancak bu soyun kutlu olması, ebedi bir garanti değildir; soy devam etse bile kut başka bir kola, başka bir kişiye, hatta başka bir boy ya da devlete geçebilir. Orhun Yazıtları’nda karşımıza çıkan “Türk Tanrısı, Türk milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı ve annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırdı” ifadesi, kut anlayışının en berrak ve en güçlü yansımalarından biridir. Burada kağan, kendi kudretini övmemekte, aksine varlığını Tanrı’nın iradesine bağlayarak meşruiyetini kozmik bir düzleme taşımaktadır.
Kut aynı zamanda bir bilinç halidir; çünkü kut verilen kişi, yalnızca yönetme yetkisi değil, zamanı okuma, işaretleri anlama ve geleceği sezme sorumluluğunu da üstlenir. Bu nedenle eski Türk kağanlarının çevresinde bilge kişiler, kamlar ve danışmanlar bulunur; zira kut, tek başına taşınabilecek bir yük değildir, paylaşılmadığında ağırlaşır ve sahibini ezer. Burada önemli bir kırılma noktasına gelinir: Kut, gücün kaynağı olduğu kadar, gücün sınırıdır. Kağan, Tanrı’dan aldığı kut sayesinde buyurur; fakat aynı Tanrı, bu buyruğun töreden sapması halinde kutu geri alarak kağanı sıradan bir insana dönüştürür. Bu anlayış, Türk siyasal kültüründe mutlak monarşinin neden hiçbir zaman tam anlamıyla kök salamamasının da temel nedenlerinden biridir.
İslamiyet sonrası Türk devletlerinde bile kut anlayışı tümüyle kaybolmamış, yalnızca kavramsal bir dönüşüm geçirmiştir; Gök Tengri’nin yerini Allah almış, kut ise “ilahi takdir”, “nasip” ya da “Allah’ın lütfu” gibi kavramlarla yeniden ifade edilmiştir. Ancak öz değişmemiştir: Yönetme yetkisi, insan iradesinden önce ilahi onaya dayanır ve bu onay adaletle sınanır. Bugünden bakıldığında kut, modern dünyaya ait olmayan bir kavram gibi algılansa da aslında son derece güncel bir soruyu fısıldar: Bir insanı yönetici yapan şey nedir; güç mü, seçim mi, soy mu, yoksa sorumluluk bilinci mi Türklerde kut anlayışı, iktidarın bir ayrıcalık değil, ağır bir emanet olduğunu; yönetmenin sahip olmak değil, taşımak anlamına geldiğini; gücün kaynağının insan değil, evrensel düzenle kurulan ahlaki bir bağ olduğunu hatırlatır. Bu yüzden kut, yalnızca geçmişe ait bir inanç değil, bugünün dünyasında bile yönetenle yönetilen arasındaki görünmez sözleşmeyi anlamak için güçlü bir anahtar olarak varlığını sürdürür.