Bilimi yalnızca bilmek değil, kanıtlamak gerektiğini insanlığa ilk kez sistematik biçimde öğreten isimlerden biridir ve bugün “bilimsel yöntem” dediğimiz zihinsel disiplin, çoğu zaman fark edilmeden onun açtığı patikadan yürümeye devam eder. yüzyılın sonlarında Basra’da doğan Ibn al-Haytham, yaşadığı çağda bilginin çoğunlukla otoriteye dayandığı, kadim metinlerin sorgulanmadan kabul edildiği bir dünyada, bilgiyi kutsal bir miras değil, sürekli test edilmesi gereken kırılgan bir yapı olarak ele almayı seçmişti. Onun yaklaşımında düşünce, metinden değil deneyden doğmalıydı; çünkü ona göre akıl, yalnızca gözlemin doğruladığı ölçüde güvenilirdi.
En büyük devrimi optik alanında yaptı. Antik Yunan’dan beri süregelen “görme, gözden çıkan ışınlarla olur” fikrini reddederek, görmenin dış dünyadan gelen ışığın göze girmesiyle gerçekleştiğini deneylerle ortaya koydu. Karanlık bir odada küçük bir delikten geçen ışığın ters görüntü oluşturduğunu gösterdiği camera obscura deneyleri, yalnızca optiğin değil, fotoğrafçılığın ve modern görüntü teknolojilerinin de temelini oluşturdu. Bu deneyler, görmenin pasif değil, fiziksel bir süreç olduğunu kanıtladı. Ibn al-Haytham’ın asıl sessiz devrimi ise yöntemdeydi. O, bir iddia ortaya atmadan önce varsayım kurar, ardından kontrollü deneyler yapar, sonuçları tekrar tekrar sınar ve elde ettiği veriler kendi fikrine ters düşse bile onu değiştirmekten çekinmezdi. Bu yaklaşım, Aristoteles’in otoritesine dayalı bilgi anlayışından radikal bir kopuştu. Bilim onun için “haklı çıkma sanatı” değil, yanılmaya açık olma cesaretiydi.
En önemli eseri olan Kitab al-Manazir (Optik Kitabı), yalnızca İslam dünyasında değil, Latin dünyasında da yüzyıllar boyunca temel başvuru kaynağı oldu. Roger Bacon, Kepler ve hatta Leonardo da Vinci’nin görme ve ışık üzerine fikirlerinde, doğrudan ya da dolaylı olarak Ibn al-Haytham’ın izleri görülür. Avrupa Rönesansı’nda deneyin merkeze alınması tesadüf değildir; bu zihinsel altyapı çok daha önce kurulmuştur.
Hayatının bir bölümünde politik baskılar nedeniyle ev hapsinde yaşamak zorunda kalması, onu durdurmak yerine derinleştirdi. Dış dünyadan koparılan bu zorunlu yalnızlık, onun düşünceyi daha da keskinleştirmesine yol açtı. Işığı anlamaya çalışan bir insanın, karanlıkta düşünmek zorunda kalması tarihin ironilerinden biridir. Ibn al-Haytham, ne bir mucit olarak parladı ne de çağının yıldızı oldu; ama bugün bir hipotez kurduğumuzda, bir deneyi tekrar ettiğimizde ya da gözlemin fikrimizi değiştirmesine izin verdiğimizde, farkında olmadan onun zihinsel mirasına dokunuruz. Çünkü o bize şunu bıraktı: Gerçek bilgi, inanmakla değil, sınamakla başlar.