Göktürkler: Bozkırın Kalbinde Doğan İmparatorluk
Bir zamanlar, Asya’nın sonsuz bozkırlarında rüzgarlar yalnızca otların arasında değil, özgürlük uğruna çarpan yüreklerin içinde de esiyordu. İşte o rüzgarın adıydı Göktürkler; demirin ateşle, insanın inançla yoğrulduğu bir milletin adı.
Tarih sahnesine 6. yüzyılın ortalarında çıkan Göktürkler, Türk adını ilk kez devletin adı olarak taşlara kazıyan kavimdi. Onlar, efsanelerin değil, efsaneleri yazan insanların soyuydu. Kurucusu Bumin Kağan, bir zamanlar Avarların emrinde çalışan bir demir ustasıydı. Fakat yüreğinde bir isyan, gözlerinde özgürlüğün ateşi vardı. “Bir millet başkasına hizmet etmek için değil, kendi yurdunu kurmak için yaşar,” dedi ve 552 yılında Göktürk Kağanlığı’nı ilan etti.
Bumin Kağan’ın ardından kardeşi İstemi Kağan, batıya yöneldi. Onun atları Aral Gölü’nün kıyılarından Hazar steplerine kadar iz bıraktı. Göktürklerin sancağı, Çin’den Karadeniz’e kadar dalgalanır hale geldi. Bu iki kardeşin kurduğu düzen, bozkırın ortasında töreyle yoğrulmuş bir imparatorluğa dönüştü.
Her boy, her oba, her savaşçı aynı göğe baktı; çünkü onlar için Tanrı “Gök” idi. Hükümdar, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi, halk ise onun kutsal emanetiydi. Göktürkler sadece kılıçla değil, akılla da hükmettiler. Çin’in ipek ticaretini kontrol altına alarak, doğu ile batı arasındaki yolları ellerinde tuttular. Onların döneminde İpek Yolu, yalnızca malların değil; fikirlerin, dillerin, inançların da yolu haline geldi.
Bu millet, dağları eritip içinden çıkan Ergenekon’un çocuklarıydı. Her düşüşlerinde yeniden doğdular, çünkü damarlarında ateş, kalplerinde kurt uluması vardı. Zaman geçti. Bumin Kağan’ın ardından Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk gibi bilge yöneticiler geldi. Bilge Kağan, milletine şöyle seslendi: “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, Türk milleti, senin ilini, töreni kim bozabilir." Bu sözler yalnızca bir hükümdarın değil, bir milletin ruhunun yankısıydı.
Göktürkler, taşlara yazdıkları bu öğütlerle bugüne kadar ulaşmayı başardı. Orhun Yazıtları, sadece birer taş değil; binlerce yıl öteden gelen bir ses, bir çağrıdır. Ancak her imparatorluk gibi onların da güneşi bir gün battı. Çin’le yapılan uzun savaşlar, iç çekişmeler ve ihanetler sonunda Göktürk devleti zayıfladı. Fakat bu çöküş, bir son değil, sonsuz bir başlangıçtı. Çünkü Göktürklerin bıraktığı iz, Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan Avrupa’ya kadar tüm Türk halklarının kalbinde yaşamaya devam etti. Onlar gökten aldıkları isimle, özgürlüğün, birliğin ve dirilişin sembolü oldular. Göktürkler, tarih kitaplarında bir dönem olarak değil; her çağda yeniden uyanan bir ruh olarak yaşadı. Bugün rüzgarlar Orhun Vadisi’nde estiğinde hala aynı sesi taşır: “Türk, titre ve kendine dön.” Ve işte o an, taşlar bile sessizce anlatır: Bir milletin hikayesi, bir demirci ocağında başlamış, göğe uzanan bir efsaneye dönüşmüştür.
Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk: Taşlara Yazılan Ruhun Yankısı
Bozkırın sonsuz sessizliği içinde yankılanan bir ses vardı: rüzgarın değil, tarihin sesiydi bu. Göktürklerin ikinci doğuşunu anlatan, üç bilgenin ortak nefesiydi: Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk. Onlar yalnızca bir imparatorluğu değil, bir milletin ruhunu yeniden dirilten üç ateş oldular. Zamanın karanlığında, Türk boyları dağılmış, töre unutulmuş, halk Çin saraylarının ipek tuzaklarına düşmüştü. İşte o günlerde, Orhun Vadisi’nde bir yürek haykırdı: “Ey Türk milleti, titre ve kendine dön”
Bu sesin ardında duran kişi Bilge Kağan’dı, aklı gök kadar geniş, kalbi bozkır kadar engin bir hükümdar. O, halkını yeniden ayağa kaldırmak için doğmuş bir liderdi. Ama her bilgenin yanında bir yiğit, her hükümdarın yanında bir kahraman olurdu: Kül Tigin. Kardeşiydi, can yoldaşıydı, orduların kalbiydi.
Kül Tigin, genç yaşından itibaren savaş meydanlarında bir efsane haline geldi. Onun atının nal sesleri, düşmanlarının korkusuna karışırdı. Gök’ün altındaki her savaşçı onun adını duyduğunda saygıyla başını eğerdi. O yalnızca bir komutan değil; Türk’ün onurunun yaşayan simgesiydi. Bilge Kağan akılla yönetirken, Kül Tigin kılıçla korudu; biri aklın, diğeri cesaretin suretiydi.
Bir bilgelik de onlara yön veriyordu Tonyukuk, “Bilge Danışman.” O, devleti kuran akıl, stratejiyi çizen el, geleceği gören gözdü. Yıllarca Çin sarayında bulunmuş, düşmanı anlamış, halkının zayıflığını da gücünü de öğrenmişti. “Bilgi, savaşsız kazanılan zaferdir,” derdi. Tonyukuk’un sözleriyle planlar kuruldu, zaferlerle yurt yeniden inşa edildi. Birlikte, Türk tarihinin en büyük yeniden doğuşunu yarattılar. Bozkırın soğuğunda, taşlara kazınan sözlerle, gelecek çağlara bir ses bıraktılar: “Zamanla tören bozuldu, halk yanıldı. Ama ben, kardeşimle ve bilgemle yeniden kurdum devleti.”
Kül Tigin bir savaşta atının üstünde son kez döndü; Gök yüzü ağladı, toprak sessiz kaldı. Bilge Kağan kardeşini yitirirken, “Onunla birlikte kalbim de toprağa gömüldü,” dedi. Ama yas yerine kaleme sarıldı; Orhun Yazıtları’nı diktirdi taşa kazıdı, sonsuzluğa bıraktı. O yazıtlar, yalnızca birer anıt değil, Türk ruhunun kalbidir. Bugün bile Orhun Irmağı kıyısında rüzgar estiğinde, taşların arasında üç ses yankılanır:
Bilge Kağan’ın sesi: “Akıl ve adaletle yönet.”
Kül Tigin’in sesi: “Korkma, savaş onurla yaşar.”
Tonyukuk’un sesi: “Bilgiyi unutma, töreyi koru.”
Onlar artık birer isim değil, bir milleti ebediyen yaşatan üç yıldız oldular. Ve o yıldızlar hala göğümüzde parlar,; Gök Türk’ün yüreğinde, Türk milletinin hafızasında.
Orhun’un Kalbi – Türk’ün Taşlara Kazınmış Ruhu
Tarih, çoğu zaman sessizdir. Ama bazı anlar vardır ki, sessizlik bile konuşur. İşte Orhun Yazıtları, o sessizliğin konuştuğu yerdir. Taşlar dile geldiğinde, milletler kim olduğunu hatırladı. Bu kısa yazı, yalnızca geçmişi anlatmak için değil, unutulan özü yeniden hatırlatmak için yazıldı. Çünkü Orhun’un taşlarında sadece tarih yoktur; inanç, sevgi, adalet, töre, bilgelik, cesaret, keder ve umut vardır.
Benim için bu yazıtlar, bir dilin ilk nefesi, bir milletin kalp atışı, bir insanın aynada kendini bulduğu andır. Bu yazı da; taşın soğuk yüzünde saklı o sıcak ruhu bulacaksınız. Çünkü bazen bir taş, bir kitaptan daha çok şey söyler. Ve bazen bir kelime, bir milletin bin yıllık yolculuğunu başlatır.
Hoş geldin okuyucu.
Artık sen de bu yolculuğun bir parçasısın.
Bozkırın Sesi
Güneş, Orta Asya bozkırlarının üstüne doğarken, rüzgâr bin yıldır aynı sesi taşır: “Ben buradayım.” Bozkırda atların nalları yankılanır, ancak o yankının içinde başka bir şey vardır: Bir milletin hafızası. O millet, rüzgarın taşıdığı dille konuşur, taşla yazar, gökle düşünür. Orhun Irmağı kıyısında üç taş yükselir; üzerlerinde harfler, o harflerin içinde bir ruh vardır.
Bu taşlar; Bilge Kağan’ın aklı, Kül Tigin’in yüreği ve Tonyukuk’un bilgelik sesiyle yoğrulmuştur. Rüzgar o taşların üzerinden geçtiğinde, sanki eski bir dua okunur: “Ey Türk milleti, titre ve kendine dön.”
O ses, yalnızca geçmişten gelmez. Bugüne, yarına, her Türk’ün kalbine ulaşır. Çünkü Orhun Vadisi, sadece bir coğrafya değildir, bir hafıza, bir ayna, bir kalp atışıdır. Taşlar konuşmaz derler, ama burada taşlar anlatır. Bir imparatorluğun doğuşunu, bir kardeşin gözyaşını, bir bilgenin uykusuz gecelerini anlatır. Ve anlatırken, her kelimesinde bir çağrıdır: “Unutma kim olduğunu.” Orhun’un sesi, rüzgarla başlar, ama kalpte biter. Çünkü o sesin sahibi tarihtir, topraktır, Türk’tür.
Üç Bilge: Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk
Bozkırın rüzgarı kimi zaman yumuşak eser, kimi zaman keskindir. Ama o rüzgarın içinde üç farklı nefes vardır: birinin aklı, birinin cesareti, birinin bilgeliği. Onlar birlikte, Türk adını gökyüzüne yeniden kazıdılar. Ve bu dünyanın dengesini töreyle kurdular.
Bilge Kağan – Akılla Taşı Yontan Hükümdar
Tarihin en zor zamanlarında doğdu o. Boylar dağılmış, töre unutulmuş, halk Çin’in ipek saraylarına esir olmuştu. Ama bir adam çıktı ve dedi ki: “Türk milleti, titre ve kendine dön.” İşte o adam Bilge Kağan’dı. Bir kağandan daha fazlası: bir düşünür, bir baba, bir filozof.
Tahta geçtiğinde savaşla değil, akılla hükmetti. O, bilginin kılıçtan güçlü olduğunu biliyordu. “Gök çökmedikçe, yer delinmedikçe Türk milleti yıkılmaz,” dedi. Ama aynı zamanda uyardı: “Tatlı söz, yumuşak ipek insanı kandırır.” Bu söz, sadece Çin’e değil, insan doğasına bir dersti.
Bilge Kağan halkına yalnızca toprak değil, bilinç kazandırdı. Onun en büyük zaferi, düşmanı yenmek değil, unutkanlığı yenmekti. Taşlara kazıttığı her cümleyle, geleceğe bir pusula bıraktı: “Ey Türk milleti, sen kendini unutma!”
Kül Tigin – Cesaretin Taş Üstündeki Gölgesi
Kül Tigin, bir savaşçının değil, bir kahramanın adıdır. O, Bilge Kağan’ın kardeşi; ama aynı zamanda kalbinin diğer yarısıydı. On altı yaşında atına bindi ve bozkırın kaderini değiştiren savaşlara girdi. Rüzgar onun kılıcıyla şarkı söylerdi. Her zaferinde bir milleti biraz daha ayağa kaldırdı. Yazıtlarda onun için şöyle der Bilge Kağan: “Kardeşim Kül Tigin için gözlerim yaşlı, yüreğim acılı.”
Bu cümle sadece bir yas değil; bir sevgi, bir sadakat, bir borçtur. Çünkü Kül Tigin öldüğünde, bir çağ da kapanmıştı. Ama onun cesareti taşlarda kaldı. Her okuyan, o taşlarda Türk’ün yüreğini görür. Ve anlar ki, gerçek kahramanlık ölmeyi değil, bir milleti yaşatmayı bilmektir.
Tonyukuk – Akılla Kurulan Devletin Mimarı
Her büyük savaşın ardında bir kılıç, her büyük devletin ardında bir akıl vardır. Göktürklerin aklı ise Bilge Tonyukuk’tu. O, yalnızca bir vezir değil, devlet aklının sembolüydü. Gençliğinde Çin sarayında yaşamış, düşmanı yakından tanımıştı. Ve sonra dedi ki: “Onların gücü çok, ama kalpleri zayıf. Bizim sayımız az, ama ruhumuz güçlü.” İşte bu farkı anlamak, bir milleti kurtardı.
Tonyukuk, ordular kurdu, töreyi yeniden düzenledi ve her adımını bilgiyle attı. “Gece uyumadım, gündüz oturmadım,” derken yalnızca yorgunluğunu değil, millet sevgisini anlattı. Onun için zafer; düşmanı öldürmek değil,
halkını uyandırmaktı.
Birlikte Yazılmış Kader
Bilge Kağan akıldı, Kül Tigin yürekti, Tonyukuk bilgiydi. Üçü birleştiğinde, Türk milleti yeniden “gök” oldu. Orhun Yazıtları işte bu üç ruhun birleşimidir. Her taşta onların nefesi, her harfte onların duası vardır. Rüzgar estiğinde, taşların arasında yankılanan ses şudur: “Biz üçtük ama bir olduk. Çünkü Türk, bir olduğu sürece sonsuzdur.”
Yazıtların Dili ve Sözleri
Orhun Yazıtları; sadece taş değil, konuşan bir ruhtur. Her çizgi, her harf, bir nefes gibidir. Bazen öfkeyle, bazen bilgelikle, bazen de sevgiyle seslenir. Göktürk alfabesiyle kazınmış bu sözler, ne yalnızca geçmişin anısıdır, ne de bir hükümdarın gururu. Onlar, bir milletin kendi kalbiyle konuştuğu ilk cümlelerdir.
“Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, Türk milleti, senin ilini, töreni kim bozabilir?”
Bu söz, bir uyarıdan çok daha fazlasıdır. Bilge Kağan burada milletine diyor ki: “Sen doğanın parçasısın; gök ve yer ayakta durdukça sen de varsın.” Ama aynı zamanda şu anlamı taşır: “Eğer kendi iç birliğini bozarsan, hiçbir düşman gerekmez seni yıkmaya.” Bu satır, hem coğrafyanın hem inancın kalbidir.
Türk milletinin kaderi, gökle yer arasına yazılmıştır. “Türk halkı, kendi kağanını bırakıp Çin kağanına boyun eğdi.” “Türk halkı, kendi kağanını bırakıp, Çin kağanına boyun eğdi. Çin’in tatlı sözüne, yumuşak ipeğine aldanıp öldün, Türk halkı!” Bu cümle, tarihteki en acı yüzleşmedir.
Bilge Kağan halkını azarlamaz; ama aynada kendi hatasını görsün ister. Burada anlatılan şey sadece Çin değil her çağda milletleri esir eden aldanış, rehavet, unutkanlık. Bugün bile aynı tehlike geçerlidir: Bir millet, çıkar karşısında onurunu unutursa, ipliğini kendi örer.
“Ey Türk milleti, titre ve kendine dön!” Bu söz, bin yılı aşan bir uyanış çağrısıdır. “Titre” yani sarsıl, silkelen, kendine gel. Bu bir korku değil, farkındalık çağrısıdır. “Dön” çünkü senin yolun dışarıda değil, kendi özünde, kendi törenin, kendi benliğindedir. Bu ifade yalnızca Orhun’da değil, bugün hala Türk kültürünün en güçlü mottosudur. Bir milleti ayağa kaldıran cümledir.
“Ben halkım için gece uyumadım, gündüz oturmadım.” Bu söz hem Bilge Kağan’da hem Tonyukuk’ta geçer. Yani hem hükümdarın hem bilgenin kalbinde aynı yemin vardır: “Ben halkım için yaşadım.” Bu cümle, liderliğin özüdür.
Gerçek lider; tahtta oturan değil, halkın yorgunluğunu omuzlayan kişidir. Bu söz, bugünün yöneticilerine bile hala ayna tutar. Çünkü asıl büyüklük, hükmetmekte değil, hizmet etmekte gizlidir.
“Akılla kazandım, töreyle korudum.” Tonyukuk’un sözlerinden biridir. Yüzyıllar sonra bile bir strateji yasası gibidir.
Bir milletin gücü, sadece orduda değil; adalette, bilgide ve törede saklıdır. Bu söz, Türk devlet felsefesinin özüdür.
Bugün hala bir milletin ayakta kalabilmesi için aynı iki şeye ihtiyaç vardır: akıl ve töre.
“Zamanla töre bozuldu.” Bu kısa cümle, bir imparatorluğun çöküşünü anlatan en sade ifadedir. Bilge Kağan burada diyor ki: “Töre zayıfladıysa, millet zayıflar.” Çünkü töre sadece bir yasa değil; ahlak, adalet ve vicdanın dengesi demektir. Bir milletin töresi bozulduğunda, en güçlü surlar bile onu koruyamaz.
“Tanrı yaşasın diye halkımı bırakmadım.” Bilge Kağan’ın en duygusal sözlerinden biridir. Kardeşi Kül Tigin öldüğünde, halkı için yasını bile yarıda bırakır.
“Yüreğim acılıydı ama halkım için dayanmalıydım.” Bu söz, liderin yalnızlığını anlatır. Gerçek kahraman, acısını bile halkı için yutan kişidir. Tarihin en sessiz fedakarlığı, bu satırdadır.
“Ben Tanrı’nın dileğiyle Türk Kağanına akıl verdim.” Tonyukuk’un sözleri. O, bilgeliği Tanrı’dan gelen bir görev olarak görür. “Benim görevim, milleti korumak için aklı kullanmaktı,” der. Bu anlayış, Türklerde yöneticiliğin “kutsal” kabul edilmesinin temelidir. Kağan gücünü Tanrı’dan alır; ama adaletini kendi aklından üretmek zorundadır.
“Halkım için gece uyumadım…”dan “Ey Türk milleti, kendine dön.”e kadar: Bu iki cümle arasında bir milletin düşüşü, uyanışı ve dirilişi gizlidir. Orhun Yazıtları, sadece bir tarih anlatmaz; bir ruhun, yeniden doğuşun hikayesidir. Her kelime, zamanın ötesinden gelen bir nasihat gibidir. Her cümle, bir millete şu soruyu sorar: “Sen bugün kim olduğunu hatırlıyor musun?”
Yazıtların Diliyle Bugüne Mesaj
Orhun Yazıtları yalnızca geçmişin yankısı değil, geleceğe yazılmış bir mektuptur. Her satırında şu anlam yatar:
Kendini tanı.
Töreye sahip çık.
Birlikten ayrılma.
Aklı rehber et.
Kendini unutan, tarihini de unutur.
Bu yüzden, bin üç yüz yıldır taşlar hala konuşur. Çünkü onlar, tarihi değil, insanın özünü anlatır.
Taşların Ardındaki Felsefe
Bozkırın ortasında duran o taşlar; bir bakışta soğuk, sessiz, hareketsiz görünür. Ama dikkatle bakarsan anlarsın; her çizgide bir düşünce, her kelimede bir hayat var. Çünkü Orhun Yazıtları yalnızca “tarihi” değil, insanı anlatır. O taşlarda saklı felsefe, bir milletin nasıl doğduğunu, nasıl unuttuğunu ve yeniden nasıl hatırladığını anlatan en eski öğretidir.
Töre; Düzenin Kalbidir; “Töre” sadece yasa değildir. Töre, bir milletin vicdanıdır. Yazıtlarda Bilge Kağan der ki: “Zamanla töre bozuldu.” Bu tek cümle, yüzyılların çöküşünü anlatır. Çünkü töre bozulduğunda, adalet de, güven de, saygı da bozulur. Töre; hem halkın birbirine, hem yöneticinin halkına karşı sorumluluğudur. Bir millet töresine sahip çıkarsa yaşar, unutursa dağılır. Bu yüzden taşlarda “töre” sözcüğü, bir dua gibi tekrar tekrar kazınmıştır.
Adalet; Gücün Değil, Hakkın Yanında Durmaktır; Orhun’da adalet, güçle değil, dengeyle anlatılır. “Kağan, Tanrı’nın dileğiyle halkı korumak için vardır.” Bu cümle, büyük bir öğretidir: Yönetmek, hükmetmek değil; korumaktır. Adalet, hükümdarın değil, halkın kalbinde yaşar. Bir hükümdar adaletsizse, gök bile ondan yüz çevirir. Bu düşünce, Türk devlet geleneğinin özüdür. Bugün bile Türk milletinin vicdanında şu inanç vardır: “Adalet mülkün temelidir.” Bu sözün kökü, işte o taşlarda filizlenmiştir.
Özgürlük; Gökle Yarışan Ruhtur; Orhun’un her harfinde bir özgürlük yankısı vardır. “Türk milleti, sen bağımsızlığını kaybettin, ama tekrar aldın.” Bu cümle sadece bir tarih olayı değil; insanın kendi içindeki zincirleri kırmasının sembolüdür. Çünkü esaret yalnızca dışarıdan gelmez, bazen insan kendi korkularının esiridir. Göktürkler bunu anlamıştı: Özgürlük, sadece kılıçla değil, inanarak kazanılır. Bir halk, kendi ruhunu zincirlediğinde, onu hiçbir ordu kurtaramaz.
Bilgelik; Akılla Yön Vermektir; Tonyukuk’un sözlerinde şu felsefe saklıdır: “Gece uyumadım, gündüz oturmadım.”
Bu sadece çalışkanlığın değil, bilinçli yaşamın simgesidir. Bilgelik, çok bilmek değil, doğruyu bilmektir. Bir milleti akılla yönetmek, en büyük savaşın yani cehaletle yapılan savaşın kazanılması demektir. Tonyukuk için bilgi bir güç değil, emanettir. O emaneti koruyanın görevi; öğretmek, yol göstermek, ve gerektiğinde kendi gölgesini bile feda etmektir.
Güç, Kılıçta Değil, Birlikte Saklıdır; “Biz azdık, düşman çoktu; ama Tanrı bize güç verdi.” Bu sözde derin bir mesaj vardır: Gerçek güç, sayıdan değil, ruhtan gelir. Türkler için güç, sadece savaş kazanmak değil, birlikte kalabilme yeteneğidir. Bir millet, birbirine güvenmiyorsa, en büyük ordular bile onu koruyamaz. Ama halk “bir” olduğunda, dağlar bile önlerinde eğilir.
Sadakat, Kardeşliğin Sessiz Yeminidir; Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin’in ölümünde şöyle der: “Kardeşim için ağladım, ama halkım için yaşadım.” Bu sözde hem sadakat hem fedakarlık vardır. Gerçek sadakat, birine körü körüne bağlılık değil; onun davasına, halkına, değerlerine bağlılıktır. Bu yüzden Türk tarihinde kardeşlik bir duygudan öte, bir sözleşmedir. Kül Tigin’in adı sadece bir kahraman değil, sadakatin sembolü olarak taşlara kazınmıştır.
Unutma, Hatırlamanın Gücüdür; Orhun’un en derin felsefesi belki de budur: “Ey Türk milleti, titre ve kendine dön.” Bu söz, bir uyanıştan daha fazlasıdır. Unutma, insanı zayıf düşürür. Hatırlamak ise diriltir. Bilge Kağan halkına “kendini hatırla” derken, sadece kim olduğunu değil, neden var olduğunu hatırlamasını ister. Her millet düşebilir, ama sadece hatırlayanlar ayağa kalkabilir.
Tanrı Göğün Adaleti, İnsan Kalbinin Tanığıdır; Yazıtlarda “Tengri” adı sıkça geçer: “Tanrı dilemiş, ben Kağan olmuşum.” Bu, hükümdarın kendi gücünü Tanrı’ya dayandırması değildir; alçakgönüllülüğün ifadesidir. Kağan, kendini Tanrı’nın seçilmişi değil, Tanrı’nın hizmetkarı olarak görür. Türk felsefesinde Tanrı, insanı dengeye çağıran bir ışıktır. Yani “yukarıda gök” kutsaldır, ama “aşağıdaki insan” da onun tamamlayıcısıdır.
Yaşam ve Ölüm, Gök ve Yer Arasındaki Yolculuktur; Kül Tigin’in ölümünde yazılan şu cümle, tüm Orhun öğretisinin özüdür: “Gök ağladı, yer ağladı.” Burada ölüm bile bir son değil, evrenin devam eden dengesi olarak görülür. Türk düşüncesinde ölüm, bir kayboluş değil, göğe dönüş, Iduk Gök’e kavuşuştur. Bu yüzden Orhun taşlarında ne korku vardır, ne karanlık. Sadece bir kabulleniş, bir huzur vardır.
Taşların sustuğu yerde bilgelik konuşur. Orhun Yazıtları’nın ardındaki felsefe, bir imparatorluğun değil, insanın kendini anlamasının hikayesidir. Bu taşlar der ki: “Kendini bilen, dünyayı bilir. Töresini koruyan, milletini korur. Bilgiyi arayan, Tanrı’yı bulur.” Ve o taşlar hala ayaktadır. Çünkü bilgelik, rüzgar gibi görünmez ama her nesilde yeniden doğar.
Sonsöz: Orhun’un Yankısı
Güneş, Orhun Irmağı’nın kıyısında yavaşça batıyor. Taşların üzerine vuran son ışık, bin üç yüz yıl öncesinin izlerini bir kez daha parlatıyor. Rüzgar esiyor. Belki de o rüzgar, hala Bilge Kağan’ın sesini taşıyor. Belki de Kül Tigin’in atının nal sesi, Tonyukuk’un düşünceli sessizliği hala bozkırda yankılanıyor. Bozkır, hala aynı bozkır. Gökyüzü hala aynı gökyüzü. Ve o taşlar hala dimdik ayakta. Ama insan, zamanla değişti. Unutmaya başladı, koşarken kim olduğunu unuttu. Oysa Orhun’un kalbinde bir sır vardı: Bir millet, geçmişini unuttuğu anda değil, kendine yabancılaştığı anda yıkılır.
Bilge Kağan’ın taşta kazılı sesi, bugün bile rüzgarla kulağımıza fısıldar: “Ey Türk milleti, titre ve kendine dön.” Bu sadece bir uyarı değil; bir dua, bir temenni, bir hatırlatmadır. Kendine dön demek; toprağına, diline, değerlerine, vicdanına dön demektir. Çünkü gök çökmedi, yer delinmedi ama insanın kalbi bazen unuttu. Oysa taşların kalbi unutmadı. Bir halkın yüreği, taşa kazındığında ölmez. Yüzyıllar geçse bile, o sözler rüzgarla yeniden can bulur. Bugün, Orhun Vadisi’ne gidip o taşların önünde durduğunda, sessizce gözlerini kaparsan, sanki biri kulağına fısıldar: “Ben Bilge Kağan. Ben Kül Tigin. Ben Tonyukuk. Biz taştayız, ama senin kalbindeyiz.” Ve işte o anda, taşların diliyle kalbinin sesi birleşir, bir anlığına zaman durur. Göktürk’ün ruhu, senin ruhuna dokunur. Orhun’un yankısı, yalnızca geçmişin sesi değil; bir milletin vicdanıdır.
Her nesil o sesi duymalı, her kalp o sözü yeniden söylemeli: “Ben kimim?”
Ve cevap oradadır: “Ben Türk’üm. Adım gökten geldi, törem yerden doğdu. Rüzgar gibi özgürüm, taş gibi kararlıyım.”
Üç bilge lidere ithafen...
Araştıran, Yazan
Serkan ÖZKAN