Karda Yürüyen Şey Neydi
1855 yılının Şubat ayında İngiltere’nin Devon kırsalında sabah, her zamanki sessizliğinden bambaşka bir şeye uyanmıştı; gece boyunca yağan kar, normalde doğanın hatlarını saklayan yumuşak bir örtü işlevi görürken bu kez, sanki görünmeyen bir varlığın izlerini bilerek ve inatla açığa çıkarmış, köylerin arasından geçen tekil ve tutarlı bir ayak izi zinciriyle insan zihnini tahrik eden bir sahne yaratmıştı. Bu izler, sıradan bir hayvanın yürüyüşüne aitmiş gibi dağınık ya da düzensiz değildi; aksine ölçülü aralıklarla, neredeyse matematiksel bir disiplinle ilerliyor, duvarların üzerinden, çitlerin arasından, nehir kıyılarını bozmadan geçiyor, hatta bazı yerlerde çatıların üzerinden devam ediyormuş izlenimi bırakarak fiziksel gerçekliğin alışıldık kurallarını sessizce ihlal ediyordu. Tanık anlatımlarında en çok tekrar eden ayrıntı, izlerin tek sıra halinde olmasıydı; çift ayaklı bir yürüyüşü andırmayan, dört ayaklı hayvan izlerine de uymayan bu garip şekil, bazılarına göre küçük bir toynağı, bazılarına göre ise yuvarlak ama bastığı zemine orantısız derecede derin bir baskıyı çağrıştırıyordu. İzlerin uzunluğunun kilometreleri bulması, farklı kasaba ve köyleri kesintisiz biçimde birbirine bağlaması ve hiçbir noktada yön kaybetmeden ilerlemesi, olayın basit bir doğa vakası olarak açıklanmasını baştan zorlaştırıyordu.
Kırsal halk arasında yayılan söylentiler, dönemin dinsel ve kültürel algılarıyla birleşerek olayı kısa sürede doğaüstü bir çerçeveye taşıdı; kimileri bunun “Şeytan’ın Ayak İzleri” olduğuna inanıyor, izlerin kilise duvarlarının önünde belirip içeri girmemesi ya da tam tersine bazı kutsal alanların sınırlarını da aşması, bu inancı daha da güçlendiriyordu. Gazeteler ise meseleyi hem alaycı hem de endişeli bir dille aktararak kamuoyunu ikiye böldü: Bir yanda şeytani bir varlığın dolaştığına inananlar, diğer yanda ise henüz tanımlanamamış bir doğal olgunun izlerini gördüğünü düşünenler. Bilimsel açıklama arayışları yıllar boyunca defalarca gündeme geldi; bazı araştırmacılar izlerin zıplayan bir hayvana, özellikle de o dönemde İngiltere’de nadiren görülen büyük bir kanguruya ait olabileceğini öne sürdü, bazılarıysa kar üzerinde eriyip genişleyen küçük izlerin zamanla toynak benzeri bir şekil alabileceğini savundu. Fakat bu teorilerin hiçbiri, izlerin çatılarda, duvar üstlerinde ve dar engellerde de aynı düzenle sürmesini tatmin edici biçimde açıklayamadı; çünkü bu noktada mesele artık sadece hangi hayvanın yürüdüğü değil, nasıl yürüdüğü sorusuna kilitleniyordu.
Modern çağda yapılan karşılaştırmalar, Devon Ayak İzleri Vakası’nı yalnızca bir folklor anlatısı olmaktan çıkarıp, insan algısının belirsizlik karşısındaki reflekslerini ortaya koyan erken dönem bir “kitle tanıklığı” örneği olarak değerlendirmeye başladı; zira onlarca kişi aynı sabah aynı şeyi görmüş, birbirinden bağımsız tanımlar yapmış ve bu tanımların çoğu, şaşırtıcı biçimde ortak bir desende buluşmuştu. Burada asıl esrar, izlerin kime ya da neye ait olduğundan çok, insan zihninin bilinmeyenle karşılaştığında gerçeklik algısını nasıl şekillendirdiği, korku, merak ve anlam arayışının nasıl aynı izde birleştiğiydi. Devon karları çoktan eridi, izler fiziksel olarak silindi, fakat geride bıraktıkları soru hala yerinde duruyor: Eğer bu izler yalnızca bir doğa hatasıysa, neden bu kadar tutarlıydı; eğer bir hayvana aitse, neden hiçbir hayvana tam olarak uymuyordu; eğer zihinsel bir yanılsamaysa, neden bu kadar çok insan aynı yanılsamayı paylaştı? Belki de asıl gizem, ayak izlerinin kendisinde değil, insanın belirsizliğe bastığında bıraktığı görünmez izlerde saklıdır.