İnsan bazen neden korktuğunu, neden bazı anlarda açıklayamadığı bir ağırlık hissettiğini ya da hiç yaşamadığı halde sanki hatırlıyormuş gibi gelen duygularla neden baş etmek zorunda kaldığını anlayamaz; çünkü her duygu yaşandığı anda doğmaz, bazıları çok daha eski zamanlardan, başka hayatların içinden süzülerek bugüne ulaşır. Atalarımız yalnızca yüz hatlarımızı, göz rengimizi ya da beden yapımızı bırakmadı bize; aynı zamanda hayatta kalmak için verdikleri tepkileri, bastırdıkları korkuları, konuşulamayan yasları ve yarım kalmış hikayeleri de sessizce devretti. Bu izler, bir anı gibi değil, daha çok bir his olarak yaşar içimizde; adı konmamış bir huzursuzluk, sebepsiz bir tetikte olma hali ya da tam her şey yolundayken gelen açıklanamaz bir kaygı gibi.
Bilim bugün, bazı duygusal tepkilerin yalnızca kişisel deneyimlerden değil, nesiller boyunca aktarılan biyolojik ve psikolojik kodlardan beslendiğini söylüyor. Büyük bir travma yaşamış bir atanın, hayatta kalmak için geliştirdiği savunma mekanizması, yıllar sonra torununda farklı bir biçimde ortaya çıkabiliyor; savaş görmemiş bir bedenin sürekli tehlike beklemesi, yokluk yaşamamış bir zihnin kaybetme korkusuyla yaşaması işte bu yüzden mümkün oluyor. Bu aktarım çoğu zaman kelimelerle yapılmaz. Aile içinde konuşulmayanlar, üstü örtülen acılar, “unutuldu” sanılan kayıplar, sessizlikle korunur ama yok olmaz. Duygular anlatılmadığında kaybolmaz; yalnızca şekil değiştirir ve başka bir bedende, başka bir zamanda kendine yer arar. Böylece insan, kendi hayatında yaşamadığı bir yükü taşırken, onu kişisel bir zayıflık sanabilir.
Oysa bu izler bir kusur değil, bir mirastır. Atalardan gelen her duygu, bir zamanlar işe yaramış bir hayatta kalma bilgisidir. Sürekli güçlü olmaya çalışma hali, bir zamanlar kırılmanın bedelinin ağır olduğu bir hayattan kalmış olabilir. Duyguları bastırma eğilimi, konuşmanın tehlikeli olduğu dönemlerin sessiz öğüdüdür. Aşırı kontrol ihtiyacı, belirsizliğin ölümle eş tutulduğu zamanların yankısıdır. İnsanı özgürleştiren nokta ise şudur:
Bu izleri fark etmek, onları sonsuza dek taşımak zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Bilinç, genetikten daha hızlı evrilen bir güçtür. İnsan, kendinde tekrar eden duygusal kalıpları tanıdıkça, “Bu gerçekten bana mı ait, yoksa bana emanet mi?” sorusunu sormaya başlar. İşte o anda, geçmişle bugün arasında bir mesafe oluşur ve iyileşme ihtimali doğar.
Atalardan taşınan duygusal izler silinmez belki, ama yumuşatılabilir. Onları inkar etmek yerine anlamaya çalışmak, o sessiz mirasa saygıyla bakmak ve artık işe yaramayan yükleri nazikçe bırakmak mümkündür. Çünkü her neslin görevi, sadece aktarmak değil, gerektiğinde dönüştürmektir. Belki de bazı insanların hayatındaki asıl yolculuk, kendi hikayesini yazmaktan önce, kendisine ait olmayan acıları onurlandırarak geride bırakabilmektir. Ve insan bunu başardığında, sadece kendini değil, kendinden sonrakileri de hafifletir.